***
Ulu Cami’den aşağı doğru yürümeye başlamıştık. Az ileride kapalı çarşı olduğunu anlatıyordu Samet abim. Kapalı çarşı esnafı gözükmüştü ki, bizim sağımıza düşen bir yerden ney taksimi sesi duyulmaya başlamıştı. Oldum olası ney sesini duyduğum zaman transa geçerdim ben. Yine aynı şey olmuştu. Olduğum yere mıhlanmıştım. Sesin geldiği yöne doğru hipnoz olmuş gibi yürümeye başladım. Semazen kafe adında şirin bir yerdi burası. Ufak bahçesinde üç beş tane masa, beş on tane sandalye ve yerde gözleme açan ablalar. Çoluk çocuk, cümbür cemaat işletilen bir mekandı anladığım kadarıyla. Bahçenin orta yerinde, bahçe giriş kapısını cepheden gören ilk masaya oturmuştuk. İki çay da burada söyledik. Çaylarımızın gelmesinin akabinde, beyaz sakallı başı saçsız 55-60 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim biri geldi durdu masanın başında. “Selamün aleyküm” dedi, izin isteyip oturdu yanımıza. Kim olduğunu başlarda anlamamıştım. İşletme sahibi falandır herhalde diye düşünmeye başlamışken, etrafta herkesin bu zat-ı muhtereme “dede” diye hitap ettiğini fark ettim. Bir çay söyledi kendisine. Sağı solu kolaçan ediyordu oturduğu yerden. Gelen müşterilerle ilgilenmelerini salık veriyordu. Hoşbeş muhabbetten sonra, bana döndü. Nereden gelip nereye gittiğimi sordu. Daha masaya oturalı on dakika olmamıştı, beni tanımıyordu ve hayatımda ilk defa gördüğüm bu adam, bana hayatımın dersini vermeye başlamıştı; “Evladım” dedi, “neden kararttın kendini bu kadar, ne düşündüysen o gelmiş başına.” Ki haklıydı, ben Zehra’yı kaybetme korkusuyla dolup taşıyordum, kaybettim netice itibariyle. Ne diyeceğimi bilemedim. O da benim ne dediğimle, ne diyeceğimle çok ilgilenmiyordu. Devam etti; “İnsan, düşüncesinde zuhura getirmediği hiçbir şeyi yaşamaz. Batında olmayan zahire çıkmaz, düşüncelerinize çok dikkat edin” dedi. Nutkum tutulmuştu. Kimdi bu adam böyle yahu! “Allah kulunu çok sever. Hatta şöyle ki, sakın yalan söylemeyin, çünkü, sırf siz yalancı pozisyonuna düşmeyesiniz diye, söylediğiniz o yalanı size yaşatır, çıkarır karşınıza, kendi söylediğiniz yalan gerçek olur” dedi. “Ve kesinlikle unutma, eğer bir dua diline gelmişse ve sen amin diyebilmişsen, bil ki; Allah onun gerçekleşmesini murat etmiştir de, sadece senden duymak istiyordur. Dua yalvarmaktır. Yüce yaratıcı, kulunun kendisinden istemesinden çok hoşnut olur. Allah kabul etmeyeceği duayı diline getirmez, o duaya amin dedirtmez. Senin ettiğin dualar kabul olacaktır. Duayı bırakma. Düşüncelerini de kontrol altında tutmaya çalış ve sakın vazgeçme. Allah sabredenlerle beraberdir ve her güçlüğün yanında mutlak surette bir kolaylık vardır, ayette iki kere tekrar edilir. Tahkik her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır. Seyretmesini öğren. Sakın acele etme, hiçbir şey vaktinden önce zuhura gelmez. Sen gidişatı değiştiremezsin. Onun için derler ki; acele işe şeytan karışır. Şeytanlaşmanın alemi yok. Bizim acele etmemiz, o işin gerçekleşmesini kolaylaştıracağı anlamına gelmez. Hiçbir zaman olmamıştır, hiçbir zaman da olmayacaktır. Bizim olaylar karşısındaki sabırsızlığımız, her şeyi çıkmaza sokmaktan başka bir işe yaramaz. Oysa kendi kendine olan her şey ne kadar da güzeldir. Mesela sen acele ediyorsun diye güneş vaktinden önce doğar mı? Sen acele ediyorsun diye açar mı bir gül vaktinden önce? Allah aşkına biz kendimizi ne zannediyoruz? Ne kadar da çok önemsiyoruz kendimizi biz böyle! Oysa aczimizin farkında olmamız lazım gerektir. Aciziz, muhtacız. Ve güzelim, şunu da çıkarma aklından, senin için hiç kimse mecburi değildir, sen de hiç kimse için mecburi değilsin. İnsanlar insanların hayatına girerler, çıkarlar. Bu geliş gidiş hep bir hesaplaşmadır desek yeridir. Çünkü olmamız gereken insan olacağızdır. Herkes bir şey öğretir. İyisiyle kötüsüyle. Sonra giderler. Bırak, gitsinler. Onlar gitsin ki, yenileri gelebilsin. Sen geçmişte yaşamaya devam edersen, durmadan geçmişin sayfalarını kurcalarsan, bugünün sayfalarını karbon kağıdı koymuş gibi araya, geçmişle doldurursan, gelecek diye tabir edilen zaman diliminde geçmişte yaşadıklarının aynıları karşılayacaktır seni. Bundan zerre şüphen olmasın. Şimdiye kadar yaşadıkların, birbirinin kopyası niteliğinde değil miydi? Evet, çünkü sen hep aynı kısır döngü içinde debelendin durdun. Öyle olunca da, birbirinin aynısı insanları çektin kendine. Sadece adları ve suretleri farklıydı, lakin karakter olarak hepsi aynıydı. Kişiler çok önemli değil. Sen yaşadıklarını gözünün önünden geçir ve neden ben hep aynı şeyleri yaşıyorum diye sor kendine. Geçmişle gelecek arasındaki bugünün sayfalarının arasından karbon kağıdını kaldır. Bırak beyaz sayfalar olduğu gibi kalsın ve her günün sayfasını günü gününe doldur. Yoksa tarih tekerrürden ibarettir masallarıyla kendini heba edersin. Şimdi olduğu gibi. Kendini bu kadar harap etme. Zehra kızımızı da üzme, kendini de üzme” dedi ve ben beynimden vurulmuşa dönmüş bir şekilde ve biraz da sanırım sert bir üslupla, “Nasıl, ne dedin sen” oldum. “Zehra kızımızı da üzme, kendini de üzme diyorum” dedi. “Sen Zehra’yı nereden biliyorsun?” dedim. Hayatımda böylesi bir şok daha önce yaşadığımı hatırlamıyordum. Zehra dedi. Zehra kızımızı üzme dedi. Allah’ım ne oluyordu? Kimdi bu adam? “Sen, Zehra’yı nereden tanıyorsun yahu?” dedim. “Evladım” dedi, “her şey herkese ayan beyandır, yeter ki görmeyi bil, bakmak başkadır, görmek başka.” Buraya oturduğumuzdan beri geçen konuşmaları aklımdan geçirmeye çalışıyordum. Ben ağzımdan mı kaçırdım acaba diye yokluyordum kendimi. Yok söylemedim. Değil burada otururken, Samet abimle sohbet ederken dahi ağzıma almadım Zehra’nın adını. Nasıl olmuştu peki bu! Zehra dedi ya. Çat diye söyledi. “Zehra, Hz. Fatıma’nın lakabıdır, yüzü pek beyaz ve parlak olan anlamına gelir, diyelim ki ay yüzlü diye tabir edilir, ay gibi parlak ve saf olan. Üzme bu kızı. Yaptığın eşeklikler bini geçmiş, daha da kötü kelam çıkmasın ağzından, anlaştık mı?” dedi. Önüme bakıyordum. Sanki Zehra’nın ailesinden birisine hesap veriyordum, öyle bir duruma düşmüştüm birden. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemedim. Bir sigara daha yaktım. Bir çay daha söyleyecektim etrafa bakındım, çay söyleyebileceğim kimseyi göremedim. Sesimi çıkarmadım. Oturdum sigaradan öyle derin nefesler çekiyordum ki arka arkaya üç fırtta sigara yarı olmuştu. Kafamın içinde trompetler, tanklar, uçak savarlar, bildiğin üçüncü dünya savaşı vardı. Dede söyleyeceklerini söyledikten sonra, “Eh bana müsaade beyler, tanıştığıma çok memnun oldum,” bana dönüp, “demeyesin ki ben bir falcıya denk geldim, sakın ha, bizim falla işimiz olmaz. Biz içimizden geçenleri söyleriz. Bu söylediklerimizi de hiçbir falcı söylemez. İşkembe-i kübradan atmıyoruz. Kelam Allah’ındır, biz bize bildirileni anlatıyoruz, anladın mı evladım?” dedi. Başımı sallayıp, onaylamaktan başka bir şey yapamadım. “Hadi Allahaısmarladık, kalın sağlıcakla” dedikten sonra ayrıldı yanımızdan. Yeni gelen müşterilerle ilgilenmeye başladı. Samet abiye baktım göz ucuyla. “Hadi biz de kalkalım biraz dolaşıp eve geçelim sonra” dedi. Kalktık, hesabı ödeyip çıktık mekandan. Lakin bir parçam, hem de önemli bir parçam orada kalmıştı. Aklım. Aklımı orada bırakmıştım. Beynimin içi boş bir oda gibiydi, söylenen her söz en az üç defa yankılanıyordu. Duvarlara çarpıp tekrar bana dönüyordu. Tekrar, tekrar, tekrar. Daha nelerle karşılaşacaktım acaba. Zehra’yı üzme dedi adam ya, hayatımda ilk defa gördüğüm adam bana Zehra dedi, üzme dedi. Benim adımı sorsan hatırlamaz, Zehra dedi bana ya.
Üzme dedi
Zehra dedi
Devamlı içimden dışımdan bunları tekrarlıyordum. Acaba uykuda mıydım ben? Acaba rüya mıydı bütün bu yaşadıklarım. Allah’ım, sen aklıma mukayyet ol. Ya da al toptan aklımı kurtulayım. Bu nedir böyle ya. Akılla izah edebileceğim şeyler değil ki bunlar. Kime anlatırım, ne yaparım. Allah’tan Samet abim yanımdaydı da, bütün bu olaylara şahit oldu. Bir ara ona döndüm. Bıyık altından gülüyordu yine. “Vay be, Zehra ha! Hiç söylemiyorsun da büyük aşık” diyordu. “Abi bu nasıl oldu” dedim. “Orasını bilmem de, üzme o kızı” dedi. “Tamam abi” dedim. Bir mistik hikayemiz eksikti. O da oldu çok şükür…
Devam Edecek...