Evimdeyim ve her şeyin yerli yerinde olduğuna inanıyorum. Uzun zamandır böyle bir inanca ulaşabilmek için umulmadık şeyler denedim. Şu an bu düşünceye nasıl vardım, bilmiyorum. Konulmuş olan kuralların hepsini kabul ettim. Hiç sesimi çıkarmadım. Bir zamanlar evet her şeyi eleştirmiştim. Evet aklınıza gelebilecek her şeyi.
Evimdeyim ve şimdi oturduğum yerden ahkam kesmeye başlamak üzereyim. Evet tam olarak ahkam keseceğim, ama ziyadesiyle geçmişi irdeleyeceğim. Aslında irdelemek de denmez buna, geçmişi anlatacağım. Şimdi, buradan oturduğum yerden geçmişe gidip, devam ederek bugüne geleceğim. Bir nevi zaman makinesi olarak kullanacağım önümde duran yazı makinesini. Şu andan geçmişe yolculuk, geçmişte dolanırken birden şu ana gelip, elime bir yay alacağım ve geleceğin bilinmez labirentlerine bir ok atacağım. Bunu buradan oturduğum yerden yapacağım ve siz de buna şahit olacaksınız.
Bilinmedik, bilinmeyecek olan her şeyi düşünün ve bildiğiniz her şeyi de unutun. Başlıyoruz. Aylardan Mart olduğunu söylemiştim. Geri zekalı ağaçların yaklaşık bir ay önce çiçek açtığı bir şehir burası. Yani bir ağaç Şubat’ın en olmadık soğuğunda niye çiçek açar bilmiyorum. Gerçi ben Şubat doğumluyum, bir insan Şubat’ta niye doğar onu da bilmiyorum. Benim ne olacağım doğum tarihimde gizlenmiş sanırım, ta başlarında. Gerçi bu Şubat’ta doğma fikri bana ait değildi. Sorulsaydı bir itirazım olur muydu bilmem. Şubat hakkında şimdiki bilgilere sahip olmadığımdan mütevellit, sanırım bir itirazım olmazdı. Neyse,devam edelim en az ağaçları kadar insanlarının da embesil olduğunu belirtmem gerek. Kimsenin kimseye en ufak faydasının dokunmadığı, aksine bir birlerinin kuyularını nasıl kazacaklarını düşünen insanları bir araya toplayın bir şehir kuracağız dense ancak bu kadarı kurulabilirdi. Öyle bir yer burası.
Yani dünya denilen bu çelişkiler diyarının bilinmeyen bir ülkesinin bilinmeyen bir şehrinin bilinmeyen bir sokağında bilinmeyen bir evde ikamet etmekteyim ve şu anda odamda yazı makinemin karşısında oturmuş bu satırları düşünüyorum. Masanın üzeri kafamın içi gibi, karmakarışık. Tepemin üstünde odanın sarı ışığı, sol tarafımda boydan boya pencere, pencerenin önünde bir sehpa üzerinde muhabbet kuşum Mecnun durmakta. Mecnun şu anda uyumakta. Bütün gün adından mütevellit deliler gibi oradan oraya uçtuğu için bu saatlerde tık nefes sesi çıkmaz kendilerinin.
Çayı yeni demledim. Alttan klarnet taksimi çalıyor, Yunanlı bir dayı. En az bizim aşağı mahalledeki romanlar kadar iyi üflüyor. Yunanlı bir roman olabilme ihtimali yüksek. Ya da mübadele zamanında kaçamayan Türklerden olma ihtimali de var elbet.
Neyse, konumuz çok uzun. Lakin henüz başlayabilmiş değiliz. Sonunu düşünen kahraman olamaz mottosuyla başladığımızdan olsa gerek kaç sayfa sürecek bu zamanda yolculuk, bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, o da bildiğim her şeyi anlatmak. Hatta ve hatta bilmediklerim hakkında bile ahkam kesmeyi düşünüyorum. Yeni fikirler, yeni öngörüler, yeni olana dair aklıma ne gelirse anlatacağım. Tam olarak nasıl bir şey çıkacak ortaya bilmiyorum.
***
Bütün hikaye aslında Ömer Hayyam’ın rubaileriyle başladı diyebilirim. Bundan bilmem kaç sene öncesinde Hayyam’ın hayatını anlatan bir kitap geçmişti elime o kitabın içerisinde Hayyam’ın rubaileri beni benden almıştı da, beni bir daha bana geri vermemişti. Hâlâ o alındığım yerdeyim. Fazlasıyla bu duruma alınganlık göstermiş olacağım. Kainatın yaratılışıyla ilgili, din ve devlet işlerine o kadar çok kafa yoruyordum ki, hemen her gün bir kitap okuyor, bitiriyordum. Müşküllerim artıkça artıyordu. İşin içinden gerçek anlamda çıkamıyordum. Bir dönem ateistliğin kenarlarında ziyadesiyle dolandım, lakin yaratıcıyı inkar edemedim, bir yaratıcı var eyvallah ama, din diye bir şey yok zırvalarına saplandım kaldım. Onun adına da deizm dendiğini o zamanlar bilmiyordum. Bilmediğim bir şey olmuşum da haberim yokmuş, meğer. İnsanlar çoğu zaman böyledirler, kendilerinin ne olduğunu bilmezler. Bilmediklerini de bilmediklerinden yaşadıklarını zannederler. Etrafınızdan en yakınınızdaki insana sorun mesela, “sen kimsin” diye, afallayıp kalacaktır. “Kimsin oğlum, anlatsana kendini” diye bir soru kimsenin hoşuna gitmez, huzur olur. Çünkü, o soruyu kendisi kendisine sormamıştır hiç! İnsan en çok kendisi olmaktan korkar. Onun için herkes maskelidir dışarıda. Evde dayı olup, dışarıda, ortamlarda falan entel dantel takılan çok insan vardır. kendimden biliyorum, kimse üstüne alınmasın. Teşekkürler.
Devam edelim, gel zaman git zaman. Bu kafamı karıştıran mevzuları yakın çevremdeki arkadaşlarımla tartışmaya başladım. Herkesin bana deli nazarıyla bakmasını başlarda yadırgadım, ama zamanla kabullendim bu durumu. Zaten şiar da edinmiştim kendime; “akıllı olup dünya kahrı çekeceğime, deli olup dünya benim kahrımı çekecekti.” Böyle bir şiar edinirseniz kendinize, elbette etrafınızda çok fazla insan bulamazsınız. Yanınızda olanlar da size hep bir şüphe nazarıyla bakar. Yapmayı düşündüğünüz işleri önemsemez görünür. Şiir yazarsınız, önce aileniz karşı çıkar, öykü yazarsınız yayınlatacak yer bulamazsınız. Radyoda program yaparsınız, berbat bir sesiniz olduğunu o zaman anlarsınız. İlkin kimse dinlemez, sonra sonra alışır insanlar size. Kabul görürsünüz bu sefer de siz sıkılırsınız. Radyodaki işinizi habersiz, sessiz sedasız bırakırsınız. Böyle bir hayat. Oysa ben böyle bir hayat hiç tasarlamamıştım. Zaman içerisinde beni insanlar delirtti. Ciddi anlamda böyle oldu bu. Lisede gayet normal, içine kapanık. Vur ensesine al lokmasını bir adamdım ben misal. Aşık olur, söyleyemez. Uzaktan severdim. İçim yanardı mesela sevdiğim kızı başkasıyla gördüğümde. Bir şey diyemezdim. Kaybetmeye baştan meyilliydim herhalde. Dünyaya kaybetmek adına gönderilmiştim belki de. Bakın bu son kurduğum cümleyi aklınızdan çıkarmayın çünkü anlatmaya devam ettiğim müddetçe ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız ve belki de hayatınızdaki şükür sebeplerinizden biri olacağım. “Vay be, ne hayatlar var arkadaş” diyeceksiniz her şeyin sonunda. Bense sizin yaşamaktan korktuğunuz hayatı yaşıyor olmanın vermiş olduğu gururla yoluma devam edeceğim. Yeni hikayeler biriktireceğim, çünkü ben ve kalbim kıyamet meydanından geldik bu dünyaya. Mahşer yeridir bize adım attığımız yeryüzü.
Adım attığımız yerde depremler meydana gelir. Ne anlatılır ne anlaşılır, sadece biz yaşarız. Bir de etrafımızdaki birkaç kişi şahittir ahvalimize.