Yıl 2004. Mevsim bahar. O yıl yağan kar hiç yağmamıştı daha önce, sonrasında da yağmadı. Mevsim normalleri üzerinde seyretti hep hava sıcaklıkları. Ülke olarak komşularımızla aramız bozuldukça, hava şartlarımız da bozuldu. Balkanlar soğuk hava dalgası göndermemeye başladı. Buna mukabil kar yağmamaya başladı. Yağmur duaları bile kâr etmez oldu. Kuraklık baş gösterecek derken, bu sefer de öyle kontrolsüz yağdı ki yağmur, sellere, felaketlere sebep oldu hep. Dere yataklarına kurulan evler sular altında kaldı, çarpık kentleşme kentin havasını batırdı. Kent nefes alamadıkça insanlar da nefessiz kaldı. Hastalıklar arttı, hastalıklar ölümlerle neticelenmeye başladı. İnsanlar yolda giderken, dalında olgunlaşıp toplanmamış meyve misali patır patır düşüp ölmeye başladı. Yanlış kentleşme insanların düşmanı olmuştu. Kimse farkında değildi ve devamlı surette başka çözüm önerileri gündeme getiriliyordu. Hiçbir sonuca varılamıyordu elbet. İnsanlar ölüyordu. Diğer yandan da hayatta kalanlar kontrolsüzce üremekteydiler. Evlilikler artmıştı, çünkü genç nüfus fazlaydı. Evliliklerin artmasını boşanmalar da peşi sıra takip ediyordu. Hiç kimse hayatından memnun değildi. Kimse çalıştığı işi sevmiyordu. Sabahları küfrederek açıyordu insanlar gözlerini, evlerinden memnuniyetsiz yüz ifadeleriyle çıkıyorlardı. Konu komşuya selam verilmez, verilen selamlar alınmaz olmuştu. Bunlar bir nevi kıyamet alameti olarak görülebilirdi elbet, bana sorarsanız bu alamet değildi, kıyametin kendisiydi bu yaşananlar. Kimse farkında değildi. Toplumsal çöküş başlamıştı. Belki de bitmek üzereydi. Ben o zamanlar lise son sınıftaydım. Güzel ülkemin herhangi bir ilçesinin falanca meslek lisesinde okumaktaydım. Birazdan anlatmaya başlayacaklarım yaşanmamış olabilir, lakin tamamıyla gerçektir. Belki de şu anda bir yerlerde yaşanıyordur, kim bilir.
***
Öğrencisi olduğum lisede tek solcu öğrenci bendim. Okulda öğretmenler dahil olmak üzere herkes sağcıydı yada a-politikti. Ha ben solcuydum, solculuğu ne kadar biliyordum. Birkaç sol kitap okumuşluğum vardı. Yılmaz Güney filmleri izliyordum. Evimin duvarında Yılmaz Güney’in fotoğrafı asılıydı. Ahmet Kaya şarkıları dinliyordum. Onur Akın, Zülfü Livaneli ve Grup Yorum vazgeçilmezlerimi oluşturuyordu. Öncelerinde, yani liseye gelmediğim yıllarda, ortaokula tekabül ediyor bu süreç, kendimi ülkücü zannediyordum. Ülkü ocağına hiç gitmişliğim yoktu, ama sırt çantama tükenmez kalemle üç hilal çizmişliğim vardı. Vatanımı milletimi seviyordum. Daha nasıl ülkücü olunurdu. olmuştum kanaatimce.
Sonra liseye başladım. Lisede kafa tokuşturan arkadaşlarım vardı, üst sınıfların tamamına yakını selamlaşırken kafa tokuşturuyordu. Hoşuma gitmişti. Kendime yakın bulmuştum onları. Bizim sınıftakiler de kafa tokuşturuyordu selamlaşırken. Dedim ki kendi kendime; “iyi anlaşacağız bu okuldakilerle.” Sonra kendisinin ülkücü olduğunu bildiğim üst sınıflardan elamanın bir tanesi bizim sınıftan yine başka bir ülkücü arkadaşıma kantinden bir şeyler alması talimatları veriyordu. Tuvalette sigara kavgası neticesinde bir birlerini tokatlıyorlardı. Ülkücü ülkücüyü dövüyordu. Kafamda oturtamamıştım bu durumu bir türlü. Aynı düşüncelere sahip insanların birbirlerine sahip çıkmaları gerektiğini düşünüyordum. Ben olayın düşünsel boyutundaydım. Bir yerlerde bir yanlış vardı. Sonraları araştırmalara başladım. Elime ne geçerse okumaya başladım. Okudukça fikirlerim değişmeye başlamıştı. Kendime sosyalist yakıştırması yapmaya başlamıştım. Sosyalist ideolojinin ne olduğunu her ortamda anlatıyordum. Anlatıyordum da ben ne kadar biliyordum, hiç işte!
***
O günlerde okumaya başladığım, şarkılarını severek dinlediğim, dinledikçe kendimi daha çok solcu saydığım Ahmet Kaya’nın hayatının anlatıldığı bir kitap elime geçmişti. Kitabın ismi “Başım Belada” yazarı Ferzende Kaya’ydı. Yazarın soyadıyla Ahmet Kaya’nın soyadı tamamen soyadı benzerliğiydi. Kitap kalın bir kitaptı, öyle hemen okunup bitecek gibi değildi. Hâl böyle olunca, evde okuyordum, okulda okuyordum, okuduğum okul meslek lisesi olması sebebiyle staj günlerimiz oluyordu. Staj yaptığımız kurumda okuyordum. Kitap elimden düşmüyordu. Kitabın kapağında Ahmet Kaya’nın sakallı bir fotoğrafı vardı ve Ahmet Kaya’nın yüzünde o babacan gülüşü. Okudukça Ahmet Kaya hayranlığım artıyordu. Hayatıyla ilgili yeni şeyler öğrendikçe, çevremdekilere de anlatıyordum. Zaten o zamanlar ne okursam hemen etkisine girer, herkese anlatmak isterdim. İnsanların anladığını düşünürdüm. Benim solcu olmamdan etkilenen bazı arkadaşlarım, benden konuyla ilgili bilgiler almaya çalışır. Okumak zor geldiği için benim anlatmamı isterlerdi. Anlatırdım ben de. Hiç bıkıp usanmadan. Ne okuduysam anlatırdım. Zaten sosyalizm paylaşmak demekti. Ne öğrenmişsem, ne öğreneceksem, ne bilmişsem, ne bileceksem hepsini paylaşma telaşı.
Sonra bir gün aynı sınıfta okuduğumuz bir arkadaşım Ahmet Kaya’nın hayatının anlatıldığı bu kitabı çok merak ettiğini söyledi. Kendisine vermemi istedi. Okumak istiyordu. Hayatında daha önce hiç kitap okumamış bir insandı kendisi. Bu hevesi hoşuma gitmişti. Hiç ikiletmeden verdim kitabı. Çok memnun olmuştum. Belki bundan sonra kitap okumaya heves eder diye düşünmüştüm.
Kitabı o da elinden düşürmeden okuyordu. Bizim okulun rehberlik öğretmeninin eline geçmiş kitap. Rehberlik öğretmeni Malatyalıydı. Kitaba bir iki göz gezdirmiş. Beni çağırdı odasına. Gittim yanına. Zaten sıklıkla sohbet etmeye giderdim. İyi anlaştığım öğretmenlerimden biriydi. Yani o zamanlar öyle düşünüyordum.