Bu arada yeri gelmişken kendimden bahsedeyim. Aslında yerinin falan geldiği yok da, siz seversiniz dış görünüşü. Biraz dış görünüşümden bahsedeyim. Boyum 1.74 kilom değişkenlik göstermekle beraber 80 civarında genelde. Yuvarlak çerçeveli gözlüklere sahibim, daha ziyade kitap okurken ve yazarken kullanırım gözlükleri. Dışarıya çıkarken yağmurlu havalarda bile güneş gözlüğü takarım. Manyak olduğumdan değil, gözlerim ışığa duyarlı olması sebebiyle. Doktor tavsiyesi aynı zamanda. Mevsimine göre bana yakıştığını düşündüğüm şeyler giymekten hoşlanıyorum. İçinde kendimi iyi hissettiğim her şeyi giyerim. Hatta size tuhaf gelecek ama, yakışanını bulsam çuval bile giyerim. Bu sizi üstelik hiç ilgilendirmez. Ama dedim ya, siz bayılırsınız insanların ne giydikleriyle ilgilenmeye. İşiniz gücünüz yok, beyninize yeni bilgiler vermek yerine kendi kendisini öğütmesine müsaade ediyorsunuz. Dedikodu, boş muhabbetle günlerinizi heba ediyorsunuz. Hiç düşündünüz mü bu dünyaya niye geldiğinizi? Bir yaratıcı olduğunu söylüyorsunuz, inandığınızı söylüyorsunuz. Peki o yaratıcı sizi bu dünyaya bir birinizi çekiştirmeniz için mi gönderdi? Genele dönüp bakalım, dünyanın dörtte üçünde kan göz yaşı hüküm sürmekte, el kadar çocuklar ölmekte, savaşlar almış başını gitmekte. Canlar yanmakta. Bu dünyayı cennete çevireceğini söyleyenler bu dünyayı cehenneme çevirmekte. Cennet uğruna cinnet geçirenlerin ortasında kaldık. İnsan insanın kafasını keser mi? Kesiyor! Hem de hem ölen hem öldüren “Allah-ü Ekber” diye bağırıyor. Anlam kargaşası almış başını gidiyor. Kim dost kim düşman belli değil. Dost ne düşman ne bilinmiyor! Irak’a barış ve huzur götüreceğini söyleyenler, gözyaşından başka bir şey bırakmadı Irak halkına. Ortadoğu kan ağlıyor. Filistin çölün ortasında gözyaşlarından ve kandan dünyanın en büyük gölüne kavuşmak üzere. Ama siz benim mavi kot pantolonum ne marka, üzerine giymiş olduğum tişört olmuş mu olmamış mı? Bunları düşünün. Aman zihninizi yormayın başka şeylerle. Kafanız acır. Yapmayın, yazık.
İKİ
“Bu öyle bir sırdır ki, aramakla bulunmaz, ancak bulanlar arayanlardır.”
Muhiddin İbn-i Arabi
Bizim burada yapmaya çalıştığımız hiçbir şey yok aslında. Ne kadar anlatırsak anlatalım, gelmiş geçmiş söylenenlerin üstüne daha güzel bir söz söyleyebilecek değiliz, böyle bir iddiamız yok. Belki de vardır, bilinmez. Söyledikçe göreceğiz elbet. Kainatın yaratılması, Adem ile Havva’nın şeytanla birlikte cennetten kovulması ve buna benzer milyon tane düşünce kafamın içinde cirit atarak dolaştığım günlerden bir gün Tolga abinin yanına uğradım. Samet abiyle birlikte oturmaktaydılar. Samet abi o zamanlar otuzlu yaşlarının kenarında dolaşıyordu, kırklı yaşlarına göz kırpar vaziyetteydi.. Henüz daha girmemişti kırkına. Sohbet esnasında ben birden yaratıcıyı hiçbir şekilde inkar edemediğimi lakin, din ile ilgili kafamda oturmayan şeyler olduğunu söyleyiverdim. Samet abi din konularında katı tavırlı birine benziyordu. Hz. Muhammet (s.a.v) ile ilgili de, “deliymiş, kapatmış kendisini mağaraya vay efendim bana vahiy geldi” demiş, binlerce yıldır da milyarlarca insan takılmış peşine deme gafletinde bulundum. Tabii o zamanlar bunu söylerken bunun bir gaflet olduğundan haberdar değildim. Samet abi gayet mütebessim bir tavırla; “öyledir elbet” dedi. Nutkum tutulmuştu. Nasıl yani der gibi baktım yüzüne, devam etti sözüne; “elbette delidir, deli olmadan veli olunmaz” dedi. İşte bu söz benim hayatımın dönüm noktasıydı ve taşlar zaman içerisinde yerine oturacaktı. Samet abi anlatmaya devam etti. Biz dinlemeye devam ettik. Çaylar gitti geldi. Sohbetin bir yerinde bize dönüp; “Sizin gökyüzünde sandığınız, yani zanlarınızda yarattığınız gibi bir Allah yok. Onu kastediyorsanız ben de öyle bir Allah’a inanmıyorum” dedi. “Evet, yeri göğü kuşatmıştır, evet doğu batı onundur, evet, peygamber efendimizin buyurduğu gibi, gökyüzünden bir ip sarkıtsak önce Allah’ın üstüne değer. Zira onun bulunmadığı, onun kuşatmadığı hiçbir şey yoktur ve O kendisinden başka hiçbir şey yaratmamıştır, şimdi siz bunları düşünün bakalım, öyle işkembeden atmakla olmuyor bu işler” dedi.
Kafam ziyadesiyle karışmıştı. Zaten karışıktım. İyice karıştım. Neyi nereye koyacağım hususunda en ufak bir fikre malik değildim. Kendimce doğru saydığım şeylerin birer birer yıkılacağı aşikardı. Bir yerde mi okumuştum, birinden mi duydum hatırlamıyorum; “yıkılmadan, yenisi yapılmaz”dı. Yıkılacaktı ki eski bildiklerim, yerine yenilerini koyabilelim. Böyle olması iyi mi olacaktı? Ne olacaktı? Bunca zamandır kendi kendime söylediğim, din bu değil, yaratıcının insanlara söylediği bu olmamalı sözlerinin cevapları zuhura gelecek gibiydi. Muhiddin Arabi’nin söylediğine gelmiştik nihayet; “bu öyle bir sırdır ki, aramakla bulunmaz, ancak bulanlar arayanlardır.”