Yani yoktu derken, elbet vardı problemlerimiz, oluyordu arada sırada ama, derdimizi dert etmiyorduk. Öyle olunca kolaylıkla üstesinden geliyorduk. “Bu da geçer ya hu” diyorduk. Geçiyordu en nihayetinde. Geçen dertlerin akabinde kavuştuğumuz huzur bizi daha da mutlu ediyordu. Her şey yerli yerindeydi. İkimizin de aynı bakış açısına sahip olması büyük lütuftu. Büyük güzellikti bize bahşedilen sevgi. Hani sizin dediğiniz ruh ikizi lakırdısını yaşıyorduk biz.
Hikaye ziyadesiyle ilgimi çekmiş, devamını merak etmeye başlamıştım. Neden anlatıyordu ki bana bu hikayeyi, diye geçirdim içimden. Hiç tepki vermeden dinlemeye devam ettim. Hiç tepki vermeden anlatmaya devam etti. Yüzünde ifade yok denecek kadar azdı. Hüznün bulutları sanki suratının ortasında dolanıyordu, ama bu durum ona acı vermiyordu da ayrı bir haz alıyordu bu durumdan. Tarif edilebilse, ancak böyle tarif ederdim herhalde o yüz ifadesinin şeklini şemailini. Tepkisiz dinliyor oluşumun verdiği memnuniyetle anlatmaya devam etti hikayesini; “Ben o zamanlar 25 yaşındaydım, eşimle aynı yaştaydık. Evet 15 yaşında tanışmıştık. 5 sene kadar arkadaş kaldık. Beşinci senenin tanışma yıl dönümünde hayatlarımızı birleştirmeye karar verdik. Herkesin hayatının bir ilkbaharı vardı, benim ilkbaharım eşimdi. Çocukluğum, ilk gençliğim, ilk titreyişim, ilk öpüşüm, ilk göz nurum, ilk nefesim. Bütün ilklerimin yegâne sahibiydi.
Burada araya girmek istiyorum. Ben hayatım boyunca yaşadığım hiçbir ilişkiyi böylesine anlatamadım. Bu kadar içten, bu kadar hissederek. Biz, hepimiz kendimizi sınamalıyız, hesaba çekmeliyiz bence. Biz ilişki içinde olduğumuz zaman aslında ne olduğumuzun farkında değiliz gibi, başka birileri gibi davranıyoruz. Aslında olmadığımız insanların maskeleriyle giriyoruz ilişkiye, e haliyle hep hüsran. Uzun soluklu ilişkiler yaşayanlarımız bile, mutsuz. Ben kendi adıma meselâ maskesiz olduğumu düşünürdüm. Lâkin bu sadece benim düşüncemmiş meğer. Karşımdaki, ilişki içinde olduğum insan bana sen iki yüzlüsün, maskelerin var senin, dedi. Çok yakın zaman içinde söyledi üstelik bunu. Utandım mı? Sıkıldım mı? Afalladım mı? Hangi duyguyu hissettim o an, tarifsiz kaldım. Tarifini yapamadım. Ama kalbimin hızla çarpmasını duydum. Bunu üstelik şiddetli duydum. Ne hissettirmiştim karşımdaki insana ki, bana böyle bir şey söylüyordu. Bu karşı taraf için çok can sıkıcı bir durum. Yani benim karşımdaki insan benim maskelerle dolaştığımı hissetmişse, bu benim için büyük sorun. Nasıl görünüyordum dışarıdan? Bu sorunun cevabını arayıp bulmak istiyordum. psikiyatra gitmiş olmamı da buna bağlayabiliriz belki. Peki, şimdi karşıma çıkan bu bey amcanın bana anlattıklarını nereye bağlayabiliriz? Dinlemeye devam ettim;
Ama evlat, ben ilkbaharımı kaybettim. Hayatımın bütün çiçeklerini soldurdum, nefesimi, titreyişimi yitirdim ve bu yitirişten sonra, ben bir daha hiç eskisi gibi olamadım. Yüzüm doğru düzgün gülmedi, herkesin güldüğüne ben gülemedim, hayat anlamsız gelmeye başladı, herkesin güldüğüne ben bir köşede ağladım, insanların ağladıklarına baktım, o kadar boş ve saçma nedenlerle hayatlarını heba ediyorlardı ki, ben bir köşede onların ağladıklarına güldüm. Hem de saatlerce güldüm. İçimden dışımdan güldüm. Öyle boş yaşıyordu herkes hayatı. Hayatın iyi bir iş sahibi olup, sevip sevmeden evlenmek ve çocuk sahibi olmaktan ibaret olduğunu sanıyorlardı. Aslında böyle bir şey değildi yaşamak. İşe git, eve gel, işe git eve gel, kısır döngüsünün arasında kalan zamanlarda birbirlerinin yüzünü görmek istemeyen insanlar peyda oldu. Bir de bu çıkmazdaki ilişkilerini kurtarmak adına çocuk yapmaya karar veriyorlar ve işler daha da sarpa sarmaya başlıyordu. Herkesin yaşamış olduğu hayat bu kısır döngü içerisindeydi ve kimse aslında bu dünyaya neden geldiğinin farkında değildi. Neden gelmişti insanlar bu dünyaya? Amaçları neydi? İyi bir iş? İyi kötü bir eş? Bütün insanların tabiriyle, kör topal bir eş, bu muydu gerçekten yaşamın gayesi? Bu kadar mıydı tam olarak?
Bu anlattıklarına cevaben heybemde pek bir şey yoktu. Hiçbir şey yoktu demek daha doğru olur, sanırım. Yıllardır içinde bulunduğum duruma bir cevap olsa diye düşünüp durduğum, ama aslında düşünmeyi bilmediğimizin en güzel örneğini yaşıyordum şu anda. Hayatın anlamı? Neydi gerçekten tam olarak? Bunu bilmiyor oluşuma mı yanayım, bu soruları kendime hiç sormamış oluşuma mı yanayım, bilemedim.
“Evlat, şimdi seninle uzun ince bir hikayeye çıkacağız hazır mısın? Ben anlatacağım sen dinleyeceksin. Tamam mı?
Ne olacağını merak etmeye başlamıştım. “Hazırım,” dedim.
Şimdi senden gözlerini kapatmanı istiyorum. Gözlerini kapat ve ne düşünmek istiyorsan onu düşün. İstemsiz düşüncelerine de engel olma, bırak düşünce girdabının ortasına kendini. Nereye götürecekse oraya götürsün. Bir uzun rüya gibi düşün. Uzun ince bir rüya. Biz bu esnada senle çay içeceğiz, ama sen gözlerini açmayacaksın. Çayını içmeye devam edeceksin, ama diğer yandan da içsel yolculuğuna devam edeceksin. Evet, yanlış duymadın içsel yolculuk. Herkese nasip olmaz bir içsel yolculuğa çıkacaksın şimdi. Aslında herkese nasip olabilir de, herkesin arayışı başka meyle olduğundan kendi içine olan yolculuktan haberdar değil kimse. Astral yolculuğunu kendi içine gerçekleştir, yüksel bakalım kendi içinde. Kendi miracını yaşa bakalım. Miraçta kimle karşılaşacaksın, kimle buluşup, kimle sohbet edeceksin, gör bakalım. Aç gözünü seyret, tekrarı yok bunun. Gel bi çay içelim……………….