İkinci tekil şahsım benim hoş geldin.
Kitap boyunca sana “Sen” diye hitap edeceğim. Bu ikimizin romanı olacak. Romanı diyorum, belki de hikayesi. Hoş her romanın bir hikayesi yok mudur zaten? Kim bizi böylesi tanımlara bağlı kalmaya zorluyor, hiç anlamıyorum. Senin de anlıyor olduğunu düşünmüyorum, eğer anlıyor olsaydın şu anda bu kitabı elinde tutuyor olmazdın. Ailenle birlikte yaşıyorsun ve bundan bunalmışsın muhtemelen, bir kaçış yolu arıyorsun. Ailenle birlikte yaşamıyor bile olsan, ailenin çeşitli baskılarından bunalmışsın yahut hayatının bir döneminde mutlaka bunaltmışlar seni. Bu bizim ortak derdimiz. Ben aslında kendi hikayemi anlatacağım, ama sen bu hikayenin tamamında kendi hikayeni okuyacaksın. Aha benim de başıma geldi bu dediğin o kadar çok şey anlatacağım ki, seni bir yerlerden izlediğimi düşüneceksin. Halbuki biz seninle hiçbir zaman hiçbir ortamda karşılaşmadık. Ama bu hepimizin ortak hikayesi. Çünkü hepimiz aynı hamurdan yaratıldık. Hepimizin acıları var, hepimizin mutlu olduğu şeyler ortak. Hepimizin aile yapısı birbirinin aynısı. Sen bu kitabı elinden bırakmayı düşüneceksin bir yere geldiğinde meselâ, ama bırakamayacaksın, bıraksan da pişman olup, nereden bıraktıysan okumayı oradan değil, en başından başlayacaksın okumaya tekrar, tekrar ve tekrar. Çünkü anlatıyorum işte, bu senin hikayen. Falanca yılın falanca zamanında doğmuşsun, annen ve baban doğduğun zaman çok mutlu olmuşlar. İlk anne mi baba mı diyeceğini merak etmişler, sonra ilk adımını atışını kutlamışlar, ilk dişin çıktığında halay çekmişler, sen diş çıkarmanın vermiş olduğu acıyla kıvranırken, onlar kahkahalarla gülmüşler bu duruma. Belki de hayatının şimdi bu kadar içinden çıkılamayan bir hâl almasının sebebi bu ilk travmandır. Sen acı çekerken ailenin yani annenin ve babanın gülüyor olması, senin buna o zamanlar tepki verememiş olman. Aslında tepki de vermiştin, ağlamıştın avazın çıktığı kadar, ama onlar bu gözyaşlarına da gülerek karşılık vermişlerdi. Seni kucağına alıp fış fışlamanın diş ağrısını geçireceğini zannediyorlardı. Zaten büyükler hep böyledir, her şeyi yanlış bilirler diye geçirmeye başlamıştın zihninden. O zamanlar her şeyin farkındaydın. Şimdi olduğundan daha fazla farkındaydın her şeyin. Şimdi kolayca kandırılabiliyorsun, ama o zamanlar yalancı memeyi bile istememiştin, tutup atmıştın. Plastik parçasıyla seni kandırmaya çalışan annene kızmıştın da, üç yaşına kadar anne sütüyle beslenmiştin. Madem öyle işte böyle dercesine.
Sonra büyüdün, adım atman, diğer dişlerinin çıkması hatta ilk dişlerinin dökülmesi ve yerine yenilerinin çıkması bile kimseyi ilgilendirmez oldu. Çünkü artık konuşmaya başlamıştın. Ağlaman bile gözlerine batar olmuştu zaman geçtikçe. Koca adam oldun hâlâ ağlıyorsun demeye başladılar. Ağlamak koca adam olmuş insanlara yakışmazdı. Ben adam diyorum da bu dil tamamen ataerkil bir toplumda olmuş olmamızın verdiği alışkanlık. Ağlamak koca kız olmuşlara da yakıştırılmazdı. Ağlamak ayıptı. Ağlayan ayıplanırdı bizim toplumumuzda. Sen de böyle böyle ağlamamayı marifet bilmeye başlamıştın. Ağlamadıkça, yani tabiri caizse duygularını bastırmayı öğrenmeye başladıkça sinirli, hırçın bir adam oldun çıktın. İstediğin olmazsa, eline geçen her şeyi sağa sola fırlatmaya başladın, kırıp dökmeye başladın. Karşındaki insanları dinlememeye başladın. Büyüdükçe her şeyin en güzelini, en doğrusunu sen biliyorsun zannettin. İşte bu zan senin hayatının bundan sonraki zamanlarını berbat edecekti de, sen henüz bunların farkında değildin.
Sonra biraz daha büyüdün. Her insan gibi, doğmuştun, yürümüştün, konuşmuştun, diş çıkarmıştın, ötesi berisi yoktu bunun. Derken okula gitmen gerektiği söylendi. Bu süreçte annen hep yanı başındaydı. Düşsen senden fazla feryat ediyordu. Misal sen düşünce ağlanması gerektiğini ve canının acıdığını bilmiyordun ilk zamanlar, ama aile büyüklerinin verdiği tepkiler sayesinde bunu öğrendin. Her şeyi öğreniyordun. Düşünce feryat figan edilmesi gerektiği gibi gereksiz bir bilgiyi öğrenip hayatının neresinde kullanacaktın, o zamanlar bilmiyordun, şimdi de pek bildiğin söylenemez. Kaç yaşına geldin daha neyi nereye koyacağını bilmiyorsun. Bildiğini zannediyorsun. hayatın tamamı hep böyledir zaten, bu sadece sana özgü bir durum değil. İnsanlar hep zannederler. Zannederek yaşarlar. Ama hiçbir şey zannettikleri gibi değildir. Meselâ tanıdığın biri sana selam vermemiş olabilir, görmemiştir, hastanede annesi canıyla uğraşıyordur, kafasında milyon tane soru vardır, dalgındır, görmemiştir. Bunun üzerinde durmamayı öğrenmen lazım.