Pazartesi günü staj günü olduğu için önce staj yerime gittim. Saat 11 civarında stajda bizden sorumlu olan öğretmenden okula geçmek için izin istedim. Verdi sağ olsun. 11 buçuk civarında okuldaydım. Bir alt sınıflardan Sebahattin ve Emrah beni görür görmez yanıma geldiler. Kantine çektiler beni. “Usta” dediler, “sabah İbrahim hoca İstiklal Marşı okunduktan sonra bir konuşma yaptı. Bütün okula hitaben, üst sınıflardan size kitap verenlerden kitap almayın, hatta üst sınıflardakilerden selam bile almayın, hepsiyle mesafeli olun. Kendinize dikkat edin. Sizi herhangi bir şey için zorlarlarsa şayet hemen gelip bize bildirin tarzında konuştu. Senin olaydan haberimiz var. Bu uyarıyı da senin için yaptığını biliyoruz. Sonra özellikle bizim sınıflarda sana yakın olanları, yani bizi yanına çağırdı. Senin eve gidip gitmediğimizi sordu, bize kitap verip vermediğini sordu, bizimle ne konuştuğunu sordu.” Dikkatle dinliyordum. “Eee, siz ne dediniz?” “Ne diyeceğiz aga, kitap verse ne olacak, biz ders kitaplarımızı okumuyoruz, onun verdiği kitabı mı okuyacağız dedik.” Bu söyledikleri çok hoşuma gitmişti. beni daha güzel savunacak bir cümle daha yoktu. “Eyvallah dostum” dedim. “Ne yapmayı düşünüyorsun şimdi” dediler. “Bekleyin görün” dedim.
Okulun kapısının önünde beklemeye başladım. Saat 12’ye dönmüştü. Öğlen arası yaklaşmıştı. İbrahim hocayı bekliyordum. Elbet çıkacaktı bu kapıdan. Nitekim çok geçmedi, yanımda belirdi. Ben bir şey diyemeden, “seninle konuşmamız lazım oğlum” dedi. Büyük bir hışımla döndüm yüzümü, bakışlarımın olanca deliciliği ile yüzüne bakmaya başladım ve başladım konuşmaya, hem konuşuyordum hem üzerine yürüyordum. Üzerine yürüdükçe geri adım atmaya başladı. Bir yandan da işaret parmağımı suratına doğru sallıyordum, sesim de oldukça yüksek perdeden çıkıyordu; “hocam” dedim, “siz beni MİT’e şikayet etmekle tehdit ediyorsunuz, idareci olarak öncelikli olarak siz zan altında kalırsınız bunu bilin, bu bir. İkincisi DGM’de yargılanmaktan bahsediyorsunuz, bu çok ağır bir itham, eğitimci kişiliğinize yakışmayan söylemler, kaldı ki ben sizin eğitimci olduğunuzu düşünmüyorum.” Söylediklerim karşısında adeta nutku tutulmuştu İbrahim hocanın. “Şunu da unutmayın, ben bu ülkeyi sizden fazla seviyorum. Şu ülkeye zarar vermiş bir tane solcu gösteremezsiniz, ama bu ülkeyi 1950’den beri sizin zihniyetiniz yönetiyor. Sağ iktidarlar bu ülkeyi bu hâle getirdiler” dememle, “ben devlet memuruyum, beni siyasete çekemezsin” dedi. “Ben sizi siyasete çekmeye çalışmıyorum, zaten isteseniz de çekilemezsiniz siz siyasete” dedim. Sonra durdum, okulun önünde yüksek sesle hesap soruyordum İbrahim hocadan, bu arada söylemeyi unuttum, İbrahim hoca okul müdür yardımcısıydı o zamanlar. Sınıfların camlarından bütün okul bizi izliyordu. “Kitap okuyorum diye beni suçlamadığınız şey kalmadı, ama sizin zihniyetiniz değil miydi kitapları toplayıp yakan, Nâzım Hikmet’i Yılmaz Güney’i vatan haini ilan eden. Aynı şekilde Ahmet Kaya’yı da elbette. Sizin zihniyetinize göre ben Yılmaz Güney’in filmlerini de izlememeliyim, Nâzım Hikmet’in şiirlerini de okumamalıyım, öyle değil mi?” dedim. “Ne alakası var” dedi. “Nasıl ne alakası var? Nâzım Hikmet vatan hainliği suçlamasıyla ülkesinden kaçmak zorunda kalmadı mı? Mezarı sizin gibiler yüzünden Moskova’da. Yılmaz Güney de ona keza. Paris’e gitti. Ahmet Kaya’yla aynı mezarlıkta yatıyor hatta” dedim. “Sen de hep uçları buluyorsun, Orhan Pamuk oku (daha o zamanlar sakıncalı statüsünde değildi), Yaşar Kemal oku” dedi. “Onları da okurum, diğerlerini de okurum. Siz benim ne okuyacağıma karar veremezsiniz. Herkes sizin gibi düşünmek zorunda değil, sizin gibi düşünmeyenleri de vatan haini, terörist yaftasıyla yaftalamak iş değil.” dedim. “Terbiyesizleşiyorsun” dedi. “Asıl terbiyesiz sizsiniz, bir eğitimci olarak bana böyle mi örnek olacaksınız? Diyorsunuz ki alt sınıflara zorla kitap veriyormuşum, okumaları için. Ben böyle bir şey yapmıyorum. Kimse kimseye zorla kitap okutamaz. Şeker bile verseniz istemiyorsa arkanızı döndüğünüzde atar o şekeri. Zorla kitap okutuluyor olsaydı siz ders kitaplarını okuturdunuz, okulda zayıf alan bir tane öğrenciniz olmazdı, değil mi hocam? Kulaktan dolma dedikodularla üstüme suç atarak mı eğitimcilik, idarecilik yapacaksınız? Ha, elbet karşıt görüşten şeyleri de okuyacağım, sırf daha sağlam karşı çıkabilmek adına.” İbrahim hoca çıkışım karşısında ne diyeceğini bilemedi. Devam ettim; “dört senedir bu okuldayım, dört senedir herhangi bir disiplinlik suç ile karşınıza geldim mi? Gelmedim! Kim size ne söylemişse söylemiş, her şeyi geçtim benim nasıl biri olduğumu dört senedir anlamadıysanız, sizin algılarınızdan da şüphe edeceğim hocam” dedim. “Sizinle konuşacak başka da bir şeyim yok” deyip döndüm arkamı gittim.
Konu elbette burada kapanmadı. Bizi idareye yalan yanlış ispiyonlayan rehberlik öğretmeniymiş. Bunu öğrendikten sonra da okulda büyük gürültü kopardım. Ondan da hesabını soracağımı herkesin içinde yüksek sesle dile getirdim. Bu süreçte öğretmenlerimden bir tek yanımda olan edebiyat öğretmenim Refiye hanımdı. Beni kenara çekip, “senin suçlu olmadığını biliyorum, hakkını savunmanı da takdir ettim. Çok umutluyum oğlum senden, arkandayım, boyun eğme” dedi.
İbrahim hoca bir gün odasına çağırıp, haksızlık yaptığını belirtip özür diledi benden.
Rehberlikçi bir daha okula gelmedi. İzne ayrıldığını duydum. Nerede oturduğunu öğrendim. Evine gittim. Memlekete gittiğini söylediler. Akabinde de tayin olup gitti. Velhasıl ortalığı birbirine kattı, gitti kadın.