Çok fazla yıkım yaşamış insanları anlamadık. Hiç kimse bunun için bir çaba sarf etmedi. Saçma sapan hayatlarımızı harikulade maskelerimizle örtmeye çalıştık. Bunun adına da medeni yaşam dedik. Hiç kimse göründüğü gibi değil. Hiç kimse olduğu gibi değil. İçinde bulunduğumuz zaman itibariyle her şey suni ve birkaç günlük. Kim ne derse desin, ikinci el kullanılmışlıklarımızı aşk sanıyoruz da öyle yaşıyoruz. Asıl itibariyle ne aşktan haberimiz var ne de doğru düzgün sevmeyi biliyoruz. Hiçbir şeyin tam manasıyla içeriğinden haberdar değiliz. İşimiz gücümüz kabuk. İşimiz gücümüz yapmacıklık. Bir kitap almaya yeltendiğimizde baktığımız ilk şey kapağı ve adı. Açıp sayfalarını incelemiyoruz. İçeriğiyle alakalı bir merakımız yok. Arka kapak yazısını okuyanlarımız vardır mutlaka, salt bu bile yeterli değil, çünkü satış politikası itibariyle kitabın arka kapağına en cafcaflı şeyler yazılıyor. Aynı bizim gibi, adımızı hak etmişsek güzel bir dış kapakla kendimizi süslüyoruz. Üç beş tane ağdalı kelimeyle anlatıyoruz kendimizi karşımızdaki insana. İşlem tamam, çok tatlıyız. Kabul görüyoruz. Ama iş biraz ilerledikçe, derinlerine girdikçe. Yani her insanın bir kitap olduğunu kabul ettiğimizde, tıpkı kitapçı raflarındaki süslü kitaplar gibiyiz her birimiz. Bin bir umutla özümsemeyi tasarlığımız kitabın/insanın bomboş olduğunu görüyoruz.
***
Oldum olası yalandan hiç hazzetmedim. Hayatta en nefret ettiğim şeyler listesinin hep başını çekti. Annem rahmetli yalancı memeyle kandırmaya yeltendiğinde ona bile tahammül edemeyip çıkarıp atarmışım, buna mukabil üç yaşıma kadar annemi emmişim. Nasıl bir yalan karşıtlığının söz konusu olduğunu anlayabilmeniz için anlatıyorum. Çocuksun, susturmak için ağzına verilen plastik parçasının samimiyetsizliğini nasıl anlıyorsun da çıkarıp atıyorsun, di mi?
Aynı şekilde karşımdaki insanın sahte mi gerçek mi olduğunu yüzüne baktığımda anlayabiliyorum. Fakat kendisini öyle bir savunmaya geçiyor ki, sonrasında kendimi suçlar pozisyona düşüyorum. Kendi kendimi yiyorum. Geceleri uykularım kaçıyor, sabahları işe geç kalıyorum. Öyle bir büyütüyorum karşımdaki insanı, öyle çok şişiriyorum ki bana yer kalmıyor, kendi hayatımda. Azalıyorum, eksiliyorum, hep eksilere yazılıyor adım.
Geçtiğimiz seneydi, evi terk edip kiraya çıkma kararı almıştım, kiralık ev araştırmasına giriştim. Sağa sola haber saldım. Ne olursa olsun nasıl olursa olsun başımı sokabileceğim bir daire olsun kafi diyordum. Arkadaşlar birkaç gün içerisinde bir apartman dairesi buldular bana sağ olsunlar. Eve bakmaya gittik. Apartmanın giriş kapısından içeriye girdiğimizde tam karşımızda asansör vardı ve hemen yan tarafında merdivenler. Ben ilkin bi asansöre niyetlendim. Arkadaş yok dedi, gel dedi. Merdivenlere yöneldi. Zannediyorum ki bir üst katta merdivenle çıkacağız. Merdivenlerin az sağ tarafında bir kapı vardı, arkadaş oraya doğru gidince ben de takıldım peşine. Kapının ardında aşağı inen merdivenler vardı. O merdivenlerin yukarı çıkanları da vardı, ama biz aşağı inenlerine meyilliydik. Her şeyde olduğu gibi. Merdivenlerden aşağı inmeye başladık. Üç kapı vardı, biz sonuncusunun önünde durduk, arkadaş cebinden anahtarları çıkardı. Ev sahibinden almıştı anahtarları. Eve bakmaya gelmiştik. Açtık kapıyı girdik içeriye. Üç odası bir mutfağı vardı evin. Yani piyasa tabiriyle iki artı birdi. Tamam yeter bana burası diye söyledim yarım ağızla. Penceresinin önüne gittim. Camı açtım, dışarısını görebilmem için kafamı epey yukarıya kaldırmam gerekiyordu. Ev epey eksi birdeydi. Gayet tebessümle, “tamam abi işte, her anlamda sıfırın altındayım, kalacağım yer dahi sıfırın altında eksi bir. Her şey tam da olması gerektiği gibi” dedim. Ben tebessüm ediyordum ama, içim kan ağlıyordu, arkadaş bu lafıma içtenlikle gülmüştü. “Sana yeter işte” dedi. “Evet” dedim “bana yeter. Neticede satın almayacağım. Geçici bir süreliğine kalacağım burada.” Aynen öyle idare et işte dedi arkadaş. Evet dedim idare etmem lazım-dı. Biraz daha azaldığımı hissetmiştim.