***
Bursa’daki ikinci güne gözlerimi açtığımda saat sabahın sekizi civarında dolanmaktaydı. Samet abim ve ev halkı çoktan kalkmış kahvaltı masasında beni bekliyorlardı. Hemen banyoya geçip elimi yüzümü yıkayıp sofraya geçtim. Beklettiğim için özür diledim. “Anlamadım ama, yol epey yormuş meğer beni” dedim. “Yol değil seni akşam yediğin zılgıtlar yormuştur” dedi Samet abim tebessümle. Dakika başı laf sokuyordu bana. Oldum bittim hep böyleydi bana karşı. Yadırgamıyordum artık. Zaten bu lafları yemek için gelmiştim buraya kadar. Henüz taşınalı üç ay olmuştu Bursa’ya. Üç aylık uzak kalış bile yetmişti bana, görmeden edememiştim. Onun için de kaçıp gelmiştim yanına.
“Bursa merkeze inelim bugün seninle beraber, biraz dolaşalım. Ulu camiye falan götüreyim seni. Buraya kadar gelmişken Ulu cami’yi görmeden gitmene gönlüm razı olmaz.” “Sen nasıl istersen abi” dedim. Kahvaltımızı ettikten sonra, hazırlanıp çıktık evden. Yol boyunca Samet abi anlattı, ben dinledim. O anlattıkça içimde huzur peyda oluyordu. Hiç durmadan anlatsın istiyordum. “Bak oğlum” dedi, “bu hayatta hiçbir şey başımıza boş yere gelmez, karşımıza çıkan insanların boş yere çıkmayışı gibi, her şeyin bir sebebi vardır. İyi ya da kötü. Bunu biz bilemeyiz. Her şerde bir hayır, her hayırda bir şer mutlaka vardır. Bunu bize zaman gösterir. Olayın cereyan etme anında farkına varamayız. Kötü dediğimiz bizim için iyi olabilir yahut iyi dediğimiz kötü sonuçlanabilir. İyiye de kötüye de aynı metanetle yaklaşmaktır aslolan. Kaldı ki, iyi ve kötü bizim zannımızcadır. Yoksa iyi ve kötü diye ayrılacak hiçbir şey yoktur. Her şey olması gerektiği gibidir. Bu dünya hiç boş değil. Her an her yerden bir tecelli zuhura gelmekte. Kimde ne hazineler gizlidir bilemezsin. Dilenciye dilenci nazarıyla bakmak kaybettirir. Yolda gördüğün, yanından gelip geçen binlerce insan. Herkes kendi derdiyle dertleniyor. Bazen hiç tanımadığın biri yoldan geçerken öyle bir laf eder afallar kalırsın. Onun için gözünü kulağını dört açacaksın dışarıya karşı. Gelecek olanları alacaksın. Arı gibi olacaksın, her çiçekten bal alacaksın. Ama tek amacın olacak, bal yapmak. Yani kendini tanımak, kendini bilmek. İyi olarak nitelendirdiğin fiilleri alacaksın üzerine libas edeceksin. Kötü diye nitelendirdiğin sıfatları da süzeceksin. Gördün ki karşındaki insanda kötü bir fiil zuhura geldi. Kınamayacaksın. Alacaksın o kötüyü kendinde deneyeceksin, aynı fiil sende de varsa şayet değiştireceksin derhal iyisiyle. Kınayacaksan kendini kınayacaksın, dışarısıyla işin olmayacak. Dışarıyla alışverişin sadece gözlemek adına olacak. Hepsi o kadar. Sen kendini bileceksin, bütün işin gücün kendin olacak. O kadar! An içinde kalmayı başaracaksın bütün bunları yaparken. Onu nasıl yapacağın hususunda da şöyle bir şey söyleyebilirim; nefesini takip edeceksin.” Nasıl yani der gibi baktım yüzüne. “Evet oğlum nefesini takip edeceksin. Duracaksın nefesini kontrol etmeye çalışır gibi, nefes alışverişlerini takip edeceksin. Sinirlendiğin anda direkt nefesine odaklanacaksın. Geçmişe mi takıldın kaldın, gelecek mi kafanı bulandırdı? Hemen nefesini dinlemeye başla. Beş dakika kadar dene bunu. Çünkü an zaman içinde alınan ve verilen nefesin tekrarı yoktur. Her şey o an olur. Bir an içinde aldığın nefesi başka bir an içinde geri verirsin. Ve bunu kontrol edemezsin ne yaparsan yap. İstemsiz bir şekilde devam eder. Bu da senin o anın farkına varmana yardımcı olur. İlk başta saçma gibi gelmiş olabilir. Ama dene. Bir şey kaybetmezsin.”
Sözünü bitirdiği gibi dikkatimin nefesime odaklandığını fark ettim. Yandan bir bakış atıp, bıyık altından gülüyordu Samet abi. Bursa merkeze giden metroya bindik. Yol boyunca bir daha hiç konuşmadı. Bense nefesimi takip etmekle meşguldüm. Alıyor veriyor, alıyor veriyor ve bu alışverişe odaklandığım anda, kafamdaki düşüncelerin silikleştiğini fark ediyordum. Tabii hayatın anlık kargaşası karşısında, bu nefes takip etme işini ne kadar başarabilirdim. Orası şimdilik muamma. Bakalım, her şeyde olduğu gibi bunu da yaşayarak görecektik.
Bursa merkeze gelmiştik. Ulu Cami’nin önündeydik işte. Güzelliği karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Ne varsa eskilerde var klişesi döküldü dudaklarımdan. “Gel hele geçelim içeriye” dedi Samet abi. İçerisinin mimarisi de büyülemişti beni. Köşede rehber arkadaşın biri Ulu Cami’nin tarihçesi hakkında bilgiler veriyordu. Somuncu Baba’nın caminin inşaatı boyunca çalışanlara bedava ekmek dağıtmasından. Burada Hızır peygamberin bir vakit mutlaka namaz kıldığından, yine somuncu babanın Ulu Cami’nin açılışında okumuş olduğu ilk hutbeden. Fatiha’nın yedi ayrı şerhini yapışından falan dem vuruyordu. Açılış sonunda caminin yedi ayrı kapısından çıkanların hepsinin kendi çıktığı kapıda Somuncu Baba’nın elini sıktığından, böyle bir keramet göstermiş olduğunu anlatıyordu.
“Hadi çıkalım” dedi Samet abi. Ne derse onu yapıyordum. Bırakmıştım kendimi. Nereye derse oraya. Caminin karşısında bir çınar ağacı vardı, oturduk gölgesine iki tane çay söyledik. Birer sigara tellendirdik. Bakınıyorduk sağa sola. Bursa’nın güzelliği karşısında mest olmuştum. Mestane geziyordum. Bursa bana iyi gelmişti.
Devam Edecek...
www.benosmancoskun.com