***
Bursa’daydım. Evet, başka bir şehirdeydim. Başka şehirde olmak bana iyi gelecek diye düşünmüştüm. Ama gel gelelim, insan düşüncelerini de yanında götürdüğü sürece, nereye giderse gitsin, hep aynı dertten muzdarip, hep aynı kuyunun içinde debelenip duruyordu. Hiçbir şeyin değiştiği yoktu. Aynıydı işte her şey. Sadece şehir değiştirmiştim. Düşüncelerim sabitti. Bu sabit düşünceli oluşum yoruyordu beni. İşin içinden bir türlü çıkamıyordum. Dut yemiş bülbül misali düşünüyordum. Kesik başlı tavuklar gibiydim resmen. Sözüm ona derdimi anlatmaya gelmiştim Samet abiye, bir türlü konuya nereden gireceğimi kestiremiyordum. Ağzımı bıçak açmıyordu. Susuyorduk karşılıklı. Yenge ve kızlar sofra hazırlığındaydılar. Hiçbir şey yemeye takatim yoktu benim. Kalkıp balkona geçtim, sigara içmek için. Balkonda sigara içerken, yoldan geçen herkeste Zehra’yı arıyordum. Bu nasıl bir haldi Allah’ım. Kendimi tanıyamıyordum. Yahu başka bir şehirdeydim ve Zehra’ya rastlama olasılığım milyonda hiçti. Yoktu öyle bir ihtimal yani. Daha önce beraber adımladığımız tek bir kaldırım taşına bile sahip değildi bu şehir. Niye böyleydim o zaman ben? Bu nasıl bir ruh haliydi? Neyin derdindeydim ben? Bu durumun eldekinin kıymetini kaybedince anlamakla ilgisi var mıydı? Yoksa ben ciddi anlamda aylak mıydım? Yapacak başka bir işim olmadığından mı böyle sarmıştım ki acaba? Yok, bu hal başka haldi. Tarifsiz haller içindeydim. Ağaçların yapraklarının yeşili bile bana Zehra’yı hatırlatıyordu. Balkondaki masa örtüsünün yeşil deseni Zehra’yı hatırlatıyordu. Yerdeki halının yeşilinde bile Zehra geliyordu gözümün önüne. Kafayı yemeye çeyrek vardı yahut çeyrek geçmişti de ben daha onun da farkında değildim.
Samet abi balkon kapısının yanına gelip yemeğin hazır olduğunu haber verdi. Hiç canım istemeye istemeye geçtim içeriye, oturdum sofraya. Bir dilim ekmeği öyle kenarından köşesinden kemirir gibi yemeye çalıştım. İşte yemekten de biraz yedim. Doymuştum. Canım hiçbir şey istemiyordu. Bir buçuk ayda 13 kilo vermiştim. Bu aynı zamanda keseye de zarardı. 13 kilo vermiş olmak demek, dolabın baştan aşağı yenilenmesi demekti. Değiştirmiştim en nihayetinde. Yemekten sonra, “Çay faslına dışarıda devam edelim biz” dedi Samet abim. Evin hemen yakınında Mola kafe diye bir yer varmış. “Oraya gidelim oturalım biraz, hem dertleşelim bakalım. Bi alayım ifadeni senin” dedi. İstediğim zaman diliminin içine yavaş yavaş yaklaşıyorduk işte.
Evden çıktık, on dakika yürüdük yürümedik geldik bahsettiği mekana. Güzel bir bahçesi olan, sessiz sakin çay bahçesi kıvamında bir mekandı burası. Hoşuma gitmişti. Tenhaydı da, öyle curcunası yoktu pek. Gözümüze kestirdiğimiz ilk masaya oturduk. İki çay söyledik. Çaylarımız geldiğinde çay tabaklarının yeşil olduğunu fark ettim. Kilitlendim kaldım bi on saniye kadar. Bu kadarı da fazlaydı ama artık. Buna bir son vermem lazımdı. Samet abinin dürtüklemesiyle kendime geldim. “N’oldu lan” dedi. “Yok abi bir şey, aklıma bir şey geldi de, öyle onu düşünüyordum” dedim. Yemedi tabii. “Sen hiç akıllanmayacaksın değil mi” diye başladı. “Ben bildiğin ben değilim abi artık” diyecek oldum ki, lafımı ağzıma tepti. “Lan oğlum bırak artık bu melankolik aşık edebiyatçı ayaklarını, bi kendine gel. Bak evlat” diye devam etti sözlerine, “hayatta hiç kimseye ihtiyacımız yoktur bizim, hayat denilen bu geliş geçiş ve çekip gidiş sadece anın tekerrüründen ibarettir. Aslında hep şu anın içinde yaşamaktayız. Geçmiş gelecek diye hiçbir şey yok. Bunlar hep zihnimizin bize oynadığı oyunlar. Biz bunların farkına vardığımız anda, her şey güllük gülistanlık olacak. Ama yok, biz geçmiş gelecek zırvalarıyla oyalanmaya devam edersek, geçmekte olan zamanın tadını çıkaramayız. Şu zamanın içinde kalmayı başarmalısın, kendini çerçöp olarak düşüneceksin, hayatın akışını da bir nehir sayacaksın ve salacaksın kendini o nehrin akıntısına. Bunun ötesi berisi yok. Zaten o akışa kapılıp gidiyorsun da, hep bir karşı koymaya çalışma çabası almış gidiyor. Bu sadece senin için geçerli değil, hepimiz böyleyiz. Vay efendim bu neden böyle oldu, vay efendim o kadar plan yaptık program yaptık, hiçbir şey istediğimiz gibi olmadı. Vay efendim uy efendim. Arkadaşım, haylar huylar içinde ömrünü heba etmen için gönderilmedin bu dünyaya. Bırak kim olmak istiyorsa yanında onlar olsun. Kaldı ki, kimseye de ihtiyacın yok. Yalnız geldin, yalnız gideceksin. Sen hancı olacaksın, yolcular gelecek gidecek. Hancı adam geleni karşılamasını bildiği gibi, gideni de uğurlamasını bilir. Arkasından da bakıp kalmaz saatlerce, günlerce hatta aylarca. Çünkü yeni gelenler hep olacaktır, yeni gidenler olduğu gibi. Bu hayatın değişmez matematiğidir. İnsanlar giderler. Ne yaparsan yap gidecekler. Çekip gitmeseler, ölüp gidecekler.” Beynimin derinliklerinde, en ücra loblarında sızlama hissettim. Tokatlanıyordum. Diliyle dövüyordu. Ağzımı açıp bir şey diyemiyordum. Çünkü haklıydı, çünkü derdimin ne olduğunu söylemeden daha, tam yerinden yakalamıştı beni. Her söylediğinde sonuna kadar da haklıydı. Ne diyebilirdim ki? Diyemedim bir şey. “Ölü gibi olacaksın, ölü gibi” dedi. Önümdeki çay bardağıyla oynuyordum, başımı kaldırıp yüzünün, gözlerinin içine baktım. “Nasıl abi?” dedim. “Ölü nasıl hayatın tecellileri karşısında hiçbir karar alma yetisine sahip değilse, götüne pamuk tıkasalar da ağzını açıp bir şey diyemiyorsa, rüzgar nereden eserse oraya yollanıyorsa, selin ortasına bıraksan, o selin akışına kendisini kaptırıyorsa, ateşe atsan gıkı çıkamıyorsa… Sen de öyle olacaksın. Susacaksın. Ne gelirse gelsin başına susacaksın. Sabredeceksin. Başka hal çaresi yok bu işin. Allah sabredenlerle beraberdir.“ dedi. Çayından son yudumunu aldı, iki çay daha alabilir miyiz diye seslendi. Önüme bakıyordum. Bu duyduklarım, evet iyi gelmişti. Ama aynı zamanda ağır da gelmişti. Bunları duymak iyiydi de, hayatıma nasıl uygulamam gerektiğini bilmiyordum. O hususta biraz eksiktim sanırım. Biraz değil, hiç yoktum. Neden giderdi ki insanlar sevildikleri yerlerden, sevilmek nelerine yetmezdi? Sevilmekten ziyade sevebilecekleri yerleri özlüyorlardı sanırım. Zehra, beni hiç sevmemiş olabilir miydi? Bu benim için çok mu önemliydi? Ben seviyordum, hala seviyordum. Bu bana neden yetmiyordu? Bu beslediğim büyüttüğüm aşkın, beni küçültmesine izin vermek yerine, büyütmesine neden izin vermiyordum?
İkinci çaylarımız geldiği esnada, Samet abim bir sigara daha yaktı. Bana da uzattı. Önce benim sigaramı sonra kendi sigarasını yakıp devam etti anlatmaya; “Yaşamak hiç olmaktır. Bugün, derdi hiç olanın dünya kulu olur derken şaka yapmıyordum. İnsan bu dünyaya hiçliğini bilmek için gelmiştir. Hiçliği bulan, kocaman bir hazineye malik olur. Çünkü hazineler hep viranelerde saklıdır evlat” dedi.
Diyemiyordum ki, “Abi ben Zehra’yı çok seviyorum, neden gitmek zorunda ki Zehra” diyemiyordum. Yok açamıyordum konuyu bir türlü. Sabahları hiçbir işim olmamasına rağmen erkenden kalkıp onun işe gidiş güzergahında binmiş olduğunu tahmin ettiğim dolmuşun yolunu gözleyip, dolmuşa da binemeyip, sadece üç saniye göz göze gelebilmek adına kendimi nasıl heba ettiğimi anlatamıyordum. Öğlen saatlerini gözleyip, şehrin tek kitapçısının önüne tüneyip, Zehra’nın geçiş saatini nasıl beklediğimi. Orada öyle çay içip, kitap okuma bahanesiyle otururken, Zehra’nın karşıdan gelişini izlemenin üzerimde bıraktığı mutluluğu tarif edemiyordum. Abi öyle güzel yeşil gözleri var ki, yemin ediyorum kansere çare olur, bence gerçekten de kansere çaredir o yeşil gözler, diyemiyordum. Oturduğum yerde küçüldüğümü hissediyordum. Elim ayağım çekilmişti sanki. Bütün kanım çekilmişti de damarlarımda Zehra’nın adı dolaşıyordu. Her zerrem Zehra diye inliyordu sanki. Hani beni kesip atsalar, Mansur gibi her zerremden yârin adı duyulur, kanımın düştüğü yerde Zehra zuhura gelir. Bildiğim, yani adamakıllı tarif edebildiğim bende benden fazla mevcut olduğuydu. Bildiklerimin hepsi buydu!
Devam Edecek...