Fakülteden çıktık, arabaya bindik. Babam ısrarla karnının çok acıktığından dem vuruyordu. Önce devlet hastanesine gidip tahlil sonuçlarını ve fakültedeki doktorun vermiş olduğu ilaçları doktora göstermek niyetindeydim ben. Bir şekilde ikna ettim babamı. Zaten iki gün öncesinde normal randevu aldığım enfeksiyon hastalıkları uzmanının kapısının önünde beklemeye başladık. Sıra bize geldiğinde babamla beraber ben de girdim içeriye. Annemin durumunu biliyordu doktor. Babamın durumunu da anlattım. Fakültedeki doktorun evde güzelce bakın dediğini söyledim. Ama bizim evde güzelce bakacak durumumuz olmadığını, şu anda bir arkadaşın evinde kaldığımızı ve evin rutubetli olduğunu falan anlattım. Tahlil sonuçlarını inceledikten sonra, “Bir de bizde tahlil yapılsın. Öğleden sonra gelin yatış işlemlerini yapsınlar” dedi. Servis hemşirelerini de konuyla ilgili olarak bilgilendirdi. Saat on ikiydi bütün bunlar olurken.
***
Saat iki gibi Edirne Devlet Hastanesi enfeksiyon hastalıkları polikliniğinin önündeydik. Servise sevk ettiler bizi. Babamın yatışını verdiler. On dakika içinde yatağı falan her şeyi hazırdı. Babamın yanına gittim. Elini tuttum, aynı gün aynı zamanda yoğun bakım ünitesinin görüş günüydü, dedim ki babama, “Ben bi gideyim annemi göreyim, hayırlı haberlerle geleceğim inşallah…”
Bindim asansöre, yoğun bakım ünitesinin bulunduğu ikinci katın düğmesine bastım. Asansörden indim. Yoğun bakım ünitesinde 14 tane hasta yatmaktaydı. 14 hastanın 14 yakını yoğun bakım ünitesinin kapısının önünde beklemekteydi. Saat 14’te içeriye almaları gerekiyordu, zira görüş 14 ila 15 arasıydı. Yarım saat kadar öylece bekledik. Umutsuzca, çaresizce bekledik. Yarım saat sonra, yoğun bakım ünitesinin kapısı açıldı. Sadece annemin adı ve soyadı söylendi. Yakınları burada mı diye soruldu. “Evet” dedim. Ama yutkunmakta zorlandım o an. “Buyurun” dediler. Geçtim içeriye, yanımda sadece Canan diye bi arkadaş vardı. Beraber geçtik Canan ile iç kısma. İki tane koltuğun bulunduğu camdan bölme bir alana aldılar bizi. “Oturun, lütfen” dediler. Oturduk lütfen. Koltuğun kenarına ilişik gibi oturdum resmen. İki tane doktor karşımıza dikildi. Yanımda sadece Canan vardı. Doktorlardan bir tanesi durumu anlatmaya başladı. Annemin gizli şekeri olduğundan başladı. Şekerin son dönemde atağa kalktığını yaklaşık bir buçuk saat şekerini düşürmeye çalıştıklarını, ama başarılı olamadıklarını. Şekerin bir türlü düşmediğini falan anlattı. Ciğerlerin yüzde doksan oranında çalışmadığını ve geldiği günden beri makineye bağlı olarak yaşadığını söyledikten sonra, “Maalesef hastayı kaybettik” dedi. Hastayı kaybettik dediği, benim annemdi. Omuzlarım birden düştü. “Doktor” dedim, “senin hiç vicdanın yok mu lan” dedim. “insana annen öldü denir mi be” dedim. “Babam aşağıda enfeksiyon hastalıkları servisinde, zatürre başlangıcı teşhisiyle yatıyor, aynı semptomlar var, ben ona şimdi ne diyeceğim?” dedim. “Şekeri üç yüzlerin üzerinde seyrediyor, Allah aşkına akıl verin bana” dedim. Her iki doktor da hiçbir şey demeden, başlarını öne eğdiler. “Maalesef” diye bir ses çıktı sadece bir tanesinden. O an Canan’a döndüm, “Canan annen öldü diyor bu vicdansızlar, ne yapacağım ben şimdi?” dedim. Sarıldı Canan boynuma. “Güçlü olmak zorundasın, annen de böyle isterdi” dedi. Oturduğumuz yerden kalktık. Yoğun bakım ünitesinin koridor kısmına çıktık, tam o esnada, hemşirelerden biri seslendi. Beş dakika beklememizi istedi. Birkaç evrak imzalattıktan ve “siz oğluydunuz değil mi?” diye sorduktan sonra, annemin yüzüğüyle küpelerini verdiler elime. Ne yapacağımı bilemiyordum. Ne yapılabilirdi ki böylesi bir durumda. Canan’a dönüp zordan bir tebessümle, “Bunlar annemin gelininin artık” dedim, “annem benim evlenmemi çok istiyordu, beceremedik, evlenemedik bir türlü, göremedi maalesef, ama bu emanetler annemin gelinin olacak Canan, sen de şahit ol” dedim. Beraber asansöre bindik. Zemin kata indik. Tam dışarı çıktığımız esnada, aklıma babam geldi. Babamın bu durumdan haberi olmamalıydı. Şekeri üç yüzün üzerindeydi, tansiyonu 20’ye 12 civarında seyrediyordu. Koşarak enfeksiyon hastalıkları servisine girdim. Bankoda oturan hemşire hanımlara yalvarıyordum, “Babamın telefonunu elinden almanız lazım, annemi kaybettim ve bunu babamın şuan öğrenmemesi lazım” diyordum. Öncelikli olarak baş sağlığı dileklerini ilettiler hemşire hanımlar, sonra; “Nasıl alalım, ne diyelim?” dediler. “Cihazlara zarar verdiğini falan söyleyin, bir şekilde alın telefonu elinden, lütfen” dedim. Yalvaran gözlerle bakıyordum. Sağ olsunlar beş dakika içinde tansiyonunu ölçme bahanesiyle odaya gidip, ellerinde telefonla geri döndüler. Tam da düşündüğüm gibiydi durum, duyan arıyordu. Kara haber tez duyuluyordu. Babamın telefonu susmuyordu. Ardı arkasına telefon çalıyordu devamlı, dayanamayıp kapattım babamın telefonunu. Kendi telefonuma cevap vermeye bıkmıştım. Bir de babamın telefonuna cevap verecek durumda değildim. Dışarıya çıktık Canan ile birlikte, devlet hastanesinin önünde taksi durağından adamın biri çıktı Canan’a laf attı, “Kızanım nasılsın, ne yapıyorsun” tarzında takılıyordu ki, Canan “arkadaşın annesini kaybettiğimiz haberini aldık, beş dakika önce” dedi. Adamın tepkisi muazzamdı. Sabah Yasin okuduğunu, hemen annemin ruhuna armağan edeceğini söyledi. “Sen ne güzel bir insansın be anne, hiç tanımadığımız insanlar bile senin ruhuna Yasinler okuyup bağışlıyor” dedim. Başım önümde yürüyorduk, bilmediğim bir boşluğun içindeydim. Ne yapacağım hususunda hiçbir fikrim yoktu. “Ne yapacağım ben şimdi Canan?” dedim. “Güçlü olacaksın, her zamankinden daha güçlü olacaksın” dedi. “Hiç hesapta yoktu ki böyle bir şey, daha yapılacak çok işimiz vardı bizim” dedim. “Hep öyle olur” dedi Canan.