“Ben burada, hastanede kalacağım” dedim. “Olmaz öyle şey, gidelim eve yat dinlen, burada kalıp ne yapacaksın, ne içeri girebileceksin, ne de bir işe yarayacak burada kalmış olman” dedi. “Abi” dedim, “ben eve de gitsem rahat olmayacağım, seni de rahatsız edeceğim, sen git, hatta benim arabayı da al, git. Ben burada kalayım” dedim. “Ben şuradan bi taksiye atlar giderim, kardeşim de iş o değil, beraber gideceğiz, ben seni burada yalnız başına bırakmam” dedi. Beni almadan gitmemek konusunda ısrarcı olunca, “Tamam o zaman” dedim, beraber geçtik Hüseyin abinin evine. Yolda evinin yedek anahtarı olduğunu söylediği anahtarı verdi bana. “Hısım, akraba, konu komşu, arkadaşın kim var kim yok, gelen herkesi burada ağırlayabilirsin, ev sizin” dedi. “Hakkını nasıl ödeyeceğim abi ben senin be” dedim. “Kardeşime bak ya, ne demek, sen canım kardeşimsin benim” dedi.
Eve geçtik. Hüseyin abi sağa sola rastgele atılmış sigara paketlerini, gömlekleri, pantolonları vesaireleri, “Ev çok dağınık, bekarlık hali kardeşim kusura bakma e mi” diyerek toparlamaya başladı. “Ben öğrenci evinden alışığım abi böyle şeylere, bu dağınıklığı özledim desem yeridir, takma kafana, bu dağınıklık güzeldir, kafanın da dağınıklığını gösterir, onun için dert etme” dedim. Bir sigara yaktım. Hüseyin abi mutfağa geçti, beş dakika sonra elinde içinde meyve dolu bir tabakla geri döndü. “Abi gözünü seveyim hiç gerek yok böyle şeylere” dedim. “Olsun, yatmadan önce atıştır biraz” dedi. “Eyvallah” deyip, Meyve tabağından sadece dilimlenmiş bir tane muz attım ağzıma. Ardı ardına sigara yakmaya devam ediyordum. Hüseyin abi on dakika kadar sonra, “Kardeşim ben yatıyorum, bir isteğin var mı” dedi. “Daha ne isteğim olsun abi, teşekkür ederim” dedim. Yatmaya gittiğini düşünürken, elinde bir kupa ile geri döndü. Neskafe yapıp getirmiş. “Senin uyumaya niyetin yok belli ki” dedi. “Teşekkür ederim abim” dedim. Neskafeyi içmeye koyulmuşken. Telefonun çalması ile irkildim. Arayan Hakan hocaydı. Manisa Salihli’den. “Nasılsın, Osman kardeşim?” dedi. “Nasıl olayım hocam” dedim. “Allah’tan ümit kesilmez, dilini duasız bırakma kardeşim” dedi. Ve bir dua söyledi bana, “Bu duayı oku devamlı” dedi; “Rabbi yessir vela tuassir. Rabbi temmim bi’l hayr” (Rabbim! Kolaylaştır zorlaştırma. Rabbim! Hayırla sonuçlandır.)
Gözüme bir türlü uyku girmiyordu. Yatağın içinde oradan oraya dönenip duruyordum. Gözümü kapatıyordum, annemin mezarına toprak atarken görüyordum kendimi. Çıkamıyordum işin içinden. Bu olumsuz düşünceleri kafamdan atmaya çalışıyordum. Hakan hocanın öğrettiği duaya sarılıyordum. Yatağın içinde dönüp durmaya devam ediyordum. Yok olmuyordu. En sonunda kalktım. Hastaneye gitmem lazımdı. Hüseyin abinin yattığı odaya gittim. Uyuyordu. Daha ilk seslenmemde uyandı. Hüseyin abi Van’daydı bundan birkaç ay öncesine kadar. Doğu görevi sebebiyle, üç yıl Van’da görev yaptı. Onun için uykusundan pek hayır yoktu. Tetikteydi. Tetenekli olmuştu iyiden iyiye. Yolda yürürken falan, arabaların dikiz aynasından arkasını gözlüyordu. Her an takip ediliyor muyum acaba hissi adama kafayı yedirirdi. Kafayı yemeye çeyrek vardı. Öyle bir haldeydi. Ülkenin genel durumu buydu zaten. Hepimiz paranoyak olmuştuk. Ne zaman nerede bir bomba patlayacak acaba diyerek insanların yoğunluklu bulunduğu yerlerden uzak durmaya çalışıyorduk. Ülke üstü açık tımarhaneye dönmüştü. Herkes herkesten şüphe eder vaziyetteydi. Hüseyin abi iş icabı bu durumdaydı da, bizim ne kabahatimiz vardı. Bizim tek kabahatimiz, milyon yıllık dünya tarihinin bu döneminde bu ülkede dünyaya gelmiş olmamızdı. Başka da bir açıklaması yoktu.
“Hüseyin abi” diye seslendim. “Efendim, kardeşim” dedi. “Abi ben hastaneye gidiyorum” dedim. “Kardeşim gitmenin bir anlamı yok ki, hadi gidelim beraber ama anneni göremeyeceksin ki” dedi. “Olsun abi, ben uyuyamıyorum, kafayı yiyeceğim burada böyle düşündükçe” dedim. “Bekle ben de geliyorum” dedi. Kalkıp hazırlandı, beraber çıktık evden. Arabayı ben kullanıyordum. Saat sabaha karşı üçtü. Hastanenin önüne geldik, uygun bir yere park ettim arabayı. Yoğun bakım ünitesi ikinci katındaydı devlet hastanesinin, beraber çıktık. Yoğun bakım ünitesinin kapısının önünde beklemeye başladık. Ne içeriden biri çıkıyordu, ne de görünürde biri vardı. Hiçbir hareket yoktu. O arada tavandaki yangın sensörünü gördüm. “Ben bi sigara yakacağım dumanı da bu sensöre doğru üfleyeceğim” dedim. “Onunla uğraşma, benim emanet yanımda, iki el sıkayım, bütün hastane seferber olsun” dedi Hüseyin abi. Berbat bir durumda olmama rağmen güldüm. “Ne yapacağız abicim?” dedim. “Yürü gidelim, sabaha ne kaldı şunun şurasında, sabah konuşursun doktorlarla, ekstrem bir şey olursa ararlar zaten” dedi. “Tamam madem” dedim. Çıktık hastaneden. Bildiği çok iyi bir çorbacı olduğunu söyledi. Tarif etti, oraya gittik beraber. Çorba içtikten sonra, çorbacının önünde sigara içerken, karşıdaki mekanda Oktay abinin çalıştığını söyledi Hüseyin abi. Daha cümlesini tamamlamamıştı ki, mekandan Oktay abi çıktı. Seslendim “Oktay abi” diye. “Hoop” dedi. Akabinde geldi yanımıza. Bu saatte ne yaptığımızı sordu. Anlattık durumu üstün körü. “Olmaz bir şey, gönlünüzü ferah tutun. toparlar birkaç güne” dedi. İçime biraz da olsa su serpilmişti. Rahatlamıştım. Sebebini bilmediğim bir huzur dolmuştu içime. Ayaküstü yaptığımız muhabbetin akabinde Oktay abi ayrıldı yanımızdan. Biz de çok geçmeden hesabı ödeyip arabaya doğru yönlendik Hüseyin abiyle birlikte. Eve geçtik. Saat sabahın beşiydi. Hüseyin abi odasına geçti yattı. Ben de salondaki yatağa uzandım. Yatmamla, tekrar kalkmam arasında on dakikalık bir zaman bile yoktu. Giyinip çıktım evden. Doğruca Selimiye Camii’ne gittim.