Yemeği yedikten sonra, aynı güzergahta Mola çayevi diye bir mekan var, küçük şirin bir yer, oraya geçtik hep beraber. Çay içelim dediler. Ne söylerlerse onu yapıyordum. Oturduğumuz yerde her kafadan bir ses çıkıyor, ben önümde çay bardağının kenarıyla köşesiyle oynuyorum. Çay bardağının etrafında parmağımı gezdiriyorum. Kafam hiç yerinde değil. Olumsuz şeyler düşünmek istemiyorum.
Tam bu esnada amcam aradı. Edirne Devlet Hastanesinin önünde olduklarını söyledi. “On dakikaya geliyorum, amca” deyip, kalktım hemen. “Babamlar gelmiş hastaneye dönmemiz lazım” dedim. Tanzer eve geçeceğini söyledi. Samet’le Mahmut da herhangi bir ihtiyaç anında geleceklerini söyleyip, onlar da ayrıldı. Hüseyin abi “Ben seninle geleyim kardeşim” dedi. Beraber kalktık. Arabanın yanına gittiğimizde, “arabanın anahtarlarını bana ver, senin kafan yerinde değil, ben kullanayım arabayı” dedi. İkiletmedim, ısrarcı olmanın alemi yoktu. Anahtarları çıkardım cebimden verdim Hüseyin abiye. Zira kendisi trafik polisiydi. Çok fazla diretmenin alemi yoktu.
Hastaneye giden yol boyunca hiç konuşmadık. Etrafı boş ve anlamsız gözlerle seyrediyordum. Annemle Edirne’ye geldiğimiz zamanlar film şeridi gibi geçiyordu gözümün önünden. İlk geldiğimiz zamanı düşündüm. İlkokul beşinci sınıftaydım. Hayatımda ilk defa gelmiştim Edirne’ye, hiçbir yeri bilmiyordum. Sınava gelmiştik. Selimiye’yi falan ilk o zaman görmüştük annemle beraber. “Ah be anne, sen bi ayağa kalk, ilk işim sana bütün Edirne’yi baştan aşağı gezdirmek olacak” dedim içimden. Derin bir ah çekmiştim. Hüseyin abinin dikkatini çekmiş olacak ki, “Sıkma canını kardeşim, Allah’tan ümit kesilmez. İyi olacak annen, buradan hep beraber güle oynaya gideceksiniz inşallah” dedi. “İnşallah abim” dedim. Ama içimde büyük bir şüphe vardı ve kemiriyordu beni. Olumsuz düşünmemeye çalışıyordum, ama olmuyordu.
Hastanenin önüne geldiğimizde, amcamla babam bir bankta oturuyorlardı. Babamın kimliğini alıp kaydını yaptırdım acil kısmında. Muayene edip, bir sürü ilaç yazıp saldılar. “Yahu” dedim, “bu adam öksürüp duruyor, annem yoğun bakımda, aynı semptomlar babamda da mevcut, siz bi sırtına bakıp, iki öksürtüp, üç dört tane ilaç yazıp, gönderiyorsunuz. Bi ciğer filmi çekin bari” dedim. Hiç oralı olmadılar. “Geçmezse tekrar gelin” dediler. Esnaf ağzıydı bu, olmazsa geri getir, yenisiyle değiştiririz. Böyle saçma şey mi olurdu, oluyordu. Burası Türkiye’ydi, en nihayetinde. İnsan hayatının hiçe sayıldığı, sözüm ona sağlıkta devrim yapıldığının iddia edildiği, yıllardır gelişmekte olan, üçüncü dünya ülkesi olarak adlandırılan, ama bana göre üçüncü dünya ülkesi bile olamayacak rezil bir yönetime sahip, saçma sapan bir ülkeydi burası. Para babalarını zengin etmek adına, özel hastanelere yapılan yatırımlar, devlet hastanelerine yapılmıyordu. Vatandaş da ne yapsın, özel hastane, daha iyi muayene olurum kafasıyla, özel hastanelere akın ediyordu, orada da durum çok iç açıcı değildi. Zira annemin de babamın da teşhisini koyamayan, yine bir özel hastaneydi. Hepsinin canı cehennemeydi. Allah belalarını versindi. İlahi adaletin şaşmayacağına olan inancım tamdı. Kaldı ki, sadece sağlıkta değil, eğitimde de aynıydı durum. Devlet okullarının durumu içler acısıyken, devlet özel okullara destekleme adı altında binlerce lirayı zaten zengin olan çocukların ailelerine heba ediyordu. Heba ediyordu diyorum, çünkü bu çok büyük bir hebaydı. Yazıklar olsundu. Eğitimin özeli mi olurdu, böyle saçma sapan bir uygulama olmamalıydı, ama dedik ya, burası Türkiye’ydi. 11 milyon nüfuslu Küba’da, eğitimden sağlığa, sağlıktan ulaşıma her şey ücretsizdi. Okur yazar oranı yüzde 100 idi. Sağlık sektöründe onca imkansızlığa rağmen dünyanın en iyisiydiler. Dünya üzerinde 30 bin civarında Küba’lı doktor, hiçbir ücret talep etmeden, ihtiyacı olan ülkelerde sağlık hizmeti vermekteydi. Çünkü insana değer veriyorlardı. Öncelikleri insandı. Bizim gibi ülkelerde öncelik kapital olduğu için, durum buydu. İki öksür, teşhis hazır zaten, herkese aynı ilaçları yaz gönder iyileşmezse geri getir. Yenisiyle değiştirilir.
Acilin kapısının girişinde amcamla Hüseyin abi bekliyorlardı. Dışarı çıktığımızda “Ne oldu?” dedi amcam. “İlaç yazıp gönderdiler ne olacak!” dedim. “Alırız biz bunları” dedi amcam. Aldı reçeteyi benden. Hüseyin abi kendisinde kalmamız hususunda ısrarcıydı. Babam döneceğim diye tutturdu. Amcam da “Gidelim biz, bir şey olursa, yine getiririm ben babanı” dedi. Israrcı olmadım. Babam zaten hastaydı, bir de ben üstüne gitmek istemiyordum. Amcamla babamı uğurladıktan sonra, Hüseyin abiyle baş başa kaldık. “Ne yapalım?” dedi.