Mahmut karşımdaki yatağa uzanmıştı, telefonu elinde kendi kendine söyleniyordu. “N’oldu la?” dedim. “Aga İstanbul fena karışmış, daha da karışacağa benziyor” dedi. “Nasıl karışmış lan ne olmuş?” dedim. “Taksim, Gezi parkında polis çok sert müdahale etmiş, ağaçları kesmeye giden ekibe vatandaş tepki göstermiş sanırım, TOMA’lar, biber gazları falan, durum bayağı karışık” dedi. “Haydaaa, dur bi televizyonu açalım” diye doğruldum yattığım yerden. Televizyonda bütün kanalları gezdim, ortada bir şey yok oğlum, haber kanallarında bile belgesel falan var, bak penguen belgeseli var, izler misin?” Gülüyordum bunları söylerken. “Lan oğlum” dedi Mahmut, “muhalif kanallardan birini aç, havuz medyası vermez böyle şeyleri.” Muhalif kanallardan birini açtım, aman Yarabbi, ortalık toz duman, direkt Taksim, Gezi parkı içinden canlı yayınla olanı biteni en ince ayrıntısına kadar anlatıyorlardı. Halkı fena tahrik etmişti güvenlik güçleri. Biber gazına karşılık, taşla, sopayla, nesi varsa onunla, vatandaş kendini savunmaya geçmişti. Akın akın insan seli, her sokaktan, üçerli beşerli, onarlı, yüzerli insan toplulukları. Her bir yandan meydanı zapt etmeye geliyorlardı. “Ha, tamam usta bir bu eksikti” dedim. “Bir ülkenin karışmadığı kalmıştı, o da oldu. Memleket benden beter karışacağa benziyor aga” dedim. Mahmut pür dikkat telefonundan olup bitenleri, haber bülteni edasıyla bana naklediyordu. O ara telefonum çaldı. Arayan bizim Hakan idi. Şafak ile beraber olduklarını benimle görüşmek istediklerini söyledi. “Hiç havamda değilim kardeşim, yarın görüşelim. Memleket karışık, ben karışığım, her şey karışık, sinirlerim yıprandı iyice, yarın ararım ben sizi” dedim. Dışarı çıkmak gibi bir niyetim yoktu. Evden adım atmak istemiyordu canım.
Mahmut bir ara hareketlendi, ayağa kalktı. Odanın içinde bir iki dolandı, durdu. Camın kenarına geçti. Dışarıyı seyretti falan. “Ne yapıyorsun lan” dedim. “Usta memlekette çok güzel şeyler oluyor, ben çok umutlandım” dedi. “Neyine umutlandın, bir şey çıkmaz” dedim. Birden üzerindekileri çıkarıp, hazırlanmaya başladı. “Ben gidiyorum” dedi. Dedim “Nereye?” Nabız yoklaması yapacakmış, acilen çıkması lazımmış, belki İstanbul’a bile gidebilirmiş. “Lan oğlum sen harbiden kafayı yemişsin” dedim. “Ben tuvalete gitmeye üşeniyorum, sen İstanbul’a gitmekten bahsediyorsun, buyur git abi, ama bana bulaşma gözünü seveyim” dedim. “İyi lan tamam ne yapıyorsan yap, haberleşiriz” dedi. Çıktı, gitti.
On dakika sonra telefonum çaldı. Arayan yine Hakan’dı. “Abi” dedi, “görüşmemiz lazım, biz sizin mahalle kahvesinin oradayız, seni bekliyoruz, gel bi çay içelim” dedi. “Tamam lan geliyorum bekleyin” dedim. Çıktım apar topar evden, kahveye gidene kadar söylendim kendi kendime. Çıkmayacağım yarın haberleşiriz dememe rağmen adamlar ayaklarına üşenmeden kalkmışlar gelmişler, bok var sanki. Vardım kahveye. Beni görünce ikisi de ayağa kalktı. “Hoş geldin abi” faslından sonra, “Derdiniz ne, durup dururken buraya gelmezsiniz siz” dedim. “Abi, Taksim’den haberin vardır” dediler. “Evet, ne olmuş?” dedim. “Biz de burada bir eylem hazırlamayı düşünüyoruz” dediler. “Lan oğlum siz manyak mısınız” diye çıkıştım. “Bu kodumun şehrinde sizden bizden başka kimse yok mu? Siyasi partisi yok mu, sendikası yok mu, sivil toplum kuruluşları yok mu? Biz kimiz oğlum, kimiz lan biz, neyin eylemini yapacağız? Bırakın bu işleri” dedim. Kalktım masadan, “hadi görüşürüz, ben eve geçiyorum” dedim. “Abi ne olursa olsun biz yapacağız bu eylemi, senden de yardım istemek için gelmiştik ama, sen bize yardım edeceğe benzemiyorsun” dediler. “Yok” dedim, yardım mardım. “Siyasi partilerle, sendikalarla falan görüşmeye çalışacağız abi biz, şimdi gidiyoruz, arayacağız sağı solu” dediler. “Tamam hadi kolay gelsin” dedim. Döndüm arkamı çıktım kahveden. Eve geldim. Bir yanda televizyon açık, olayları naklen seyrediyorum. Diğer yandan sosyal medyadan takip etmeye çalışıyorum. Kanım kaynamaya başladı, çocuklara haksızlık etmiş olduğumu düşündüm. Yahu tamam da sıkılmıştım. Bundan beş sene öncesi, yine böyle muhalif çalışmalar girişiminde bir gece vakti iki tane polis gelip işlem yapmıştı. Hasan, Ulaş bi de ben. Ne yaptığımızı sordu polisler. Daha güzel bir dünya için afiş çalışması yaptığımızı falan söyledik. Bu daha güzel bir dünyayı sadece kendimiz için istemediğimizi, hepimiz için daha yaşanılır bir dünyanın mümkün olduğunu falan anlatmaya çalıştık. Yemedi tabii polisler. Anlamalarını beklemiyorduk zaten. Düşünmek için vakit kazanmaya çalışıyorduk sadece. Ben polislerle laf dalaşına girmişken, Hasan ile Ulaş duvarın üstüne oturmuşlar, şarkı söylüyorlardı. Yüzlerinde anlam veremediğim bir memnuniyet, bayağı öyle mırıldanmak falan da değil bayağı şarkıyı yüksek perdeden söylüyorlardı yani;
“Yanıma gel yanıma anne
İki yanımda iki polis
Ellerim kelepçede
Beni bul beni bul anne”
Yine bir Ahmet Kaya şarkısının içindeydik, evet. Her seferinde bir Ahmet Kaya şarkısını canlandıracak bir olay çıkarmayı başarıyorduk. Kah yalnızken, kah yanımdaki insanlarla birlikte. Durum boktandı. Tutanak tutmuşlardı. İlkin bi direndim. İmza atmayacağımı falan söyledim. Ama polisler insan psikolojisini çok iyi çözmüşler. İyi polis oldular birden. Bir şekilde ikna olduk, attık imzaları. İki ay sonra eve kağıt geldi. Savcılıktan çağırılıyorduk. Çok güzeldi gerçekten. Savcıya ifade vermeye gittik. Verdik ifadeleri, tamam dosya kapanır burada diye düşünürken, avukatın bizi yanlış yönlendirmesi yüzünden, dosya mahkemeye sevk olmuş. Eve mahkeme kağıdı da geldi. Sonra mahkeme tarihi geldi çattı. Kalktık gittik mahkemeye. Her fırsatta, hep arkamızda olduğunu söyleyen kimse yoktu yanımızda. Yalnızdık. “Üç Salakşörler” olarak tarihe de geçtik zaten. 6 ay hapis cezası 5 aya indirildi. Daha önceden sabıka kaydımız olmadığından mütevellit, hükmün açıklanması 5 yıl geri bırakıldı. Yahu ne oluyor demeye kalmadı. Derken hakim; “söyleyecek son bir sözünüz var mı” diye sordu. İdam ediliyorduk sanki, son isteğimiz soruluyordu. Bir cesaret açtım ağzımı, dedim ki; “hep bizi görüyorsunuz hakim bey, karşı taraf da yapıyor, bizim yaptığımız çalışmaların tersi de olsa, onlar da aynı çalışmaları kendi dünya görüşlerinden yapıyorlar” dedim. Dedi ki hakim; “Evladım, siz yakalanmışsınız, yakalanmasaydınız..” Sustum. Mahkeme salonundan çıkabileceğimizin hükmünü de verdi, “hadi gidin şimdi beş yıl alkollü araba kullanırken bile yakalanmayın, aklınızı başınıza devşirin” diye de tembihledi. Sinirden zangır zangır titriyordum. Bir şey de gelmiyordu elimden. O her fırsatta arkamızda, yanımızda olduğunu söyleyenlerin yanına gittim. Açtım ağzımı yumdum gözümü. “Siz gençlere böyle mi sahip çıkıyorsunuz?” dedim. “Sizin dünya görüşünüzle, bizim dünya görüşümüz örtüşmez” diye devam ettim. Bir güzel yıkadım. O günden sonra da işte, kim ne bok yerse yesin kafasındaydım ki, bir gün yine Ulaş var işin içinde, bir de Tolga var bu sefer. Geldiler. Bir mayıs çalışması yapacaklarını söylediler. Yardımcı olmamı istediler. Araya tanıdıklar sokarak, ellerindeki büyük pankartı, şehrin en işlek caddesine astırdık. ertesi gün ortalık karıştı. Cumhuriyet savcısı talimatıyla pankart indirilmiş asıldığı yerden, polis her yerde bizi arıyormuş. Bir şekilde benim numarama ulaşmışlar. Telefonun diğer tarafındaki polis kişisi, öyle bir bağırıyor ki, babam ömrü billah öyle bağırmamıştır bana. Dayanamadım gene, “ne bağırıyorsun sen bana be” dedim. Ben böyle çıkışınca üç beş saniyelik bir sessizlik oldu. “Sen nasıl konuşuyorsun benimle?” dedi. “Arkadaşım” dedim, “suçu kesinleşmediği sürece herkes masumdur. Sen bana bu şekilde bağıramazsın. Polissin sen, ben vatandaşım. Sen benim güvenliğimden sorumlusun, böyle mi sağlayacaksın sen benim güvenliğimi?” dedim. “Yarım saat içinde burada olma da, sen göreceksin güvenliği!” dedi.
Gene başımızı belaya sokmayı başarmıştık. Kalktık gittik karakola. Karakolda ayna vardı, daha önce de şahit olmuştum, yine bu şahitliğe erişmiş olmanın vermiş olduğu buruk bir mutlulukla, terörle mücadele tabelasının altından geçip, sorgunun yapılacağı oda olduğunu, sorgu başlayınca anladığım odaya girdim. Arkadan çocuklar da geldi. Çapraz sorgu başlamıştı. Nereden tanışıyorsunuzlar, afişleri, pankartları kim ya da kimlerin göndermiş olduğu falan. Gören de Kennedy’yi biz öldürdük zanneder. Öyle bir çapraz sorguya çekiliyoruz ki, o kadar olur! Pankartta “Padişah bozuntusuna bir çift sözümüz var, bu halk sana boyun eğmeyecek” yazıyor. Devlet büyüğüne hakaret varmış bu sözde. Haddimizi aşmışız. “Hangi devlet büyüğüne hakaret var?” diye sordum. “Ülkede padişah var da bizim mi haberimiz yok?” diye devam ettim. “Başbakana hakaret etmişsiniz” dedi polislerden biri. “Onu siz söylüyorsunuz, bu yazılandan benim anladığım kocaman bir ironi, hani padişah olsa amenna. Ama ne başbakanın adı yazıyor, ne başbakana diye bir ibare var, öyle ortaya söylenmiş bir söz, bence” dedim. Çok biliyormuşum ben, biraz susmazsam kötü şeyler olacakmış, tarzında tehdit etmeye başladılar. ifadelerimizi aldılar saldılar. Tam yedi saat sorguda kaldık. Çıkınca karakoldan, bir daha böyle şeylere karışmayacağım, dedim kendi kendime. O günden beri de bu sözümün arkasında durdum.
Ama şimdi Gezi olayları, beni öyle kenarda tutamayacak bir boyuta ulaşmak üzereydi. Evde bir odadan diğer odaya dolaşıp dururken, aldım telefonu elime, aradım çocukları. Nerede olduklarını sordum. Parka oturduklarını söylediler. Çıktım evden, doğruca gittim yanlarına. Oturdum yanlarındaki boş sandalyeye. “Abi bizim ulaşabildiklerimizin listesi burada” deyip, önüme bir liste koydular. Listede yazmayıp, aranması gerekenlerin isimlerini yazdım aynı listede boş kalan yerlere. Afiş, pankart işlerinden anlayan abilerimizi aradık. Ertesi gün akşam saat 5’te falanca mekanın önünde toplanıp, filanca meydana Gezi Parkı olaylarına destek yürüyüşü yapılacaktır tarzında facebook’ta etkinlik oluşturduk. Ulaşabildiğimiz kişilere de telefonla ulaştık. İşte sivil toplum kuruluşlarıydı, siyasi partiydi, sendikaydı. Herkese haber salındı.
Akşam son toplantıyı, ilk toplantıyı yaptığımız parkta yaptık. Çocuklar ağız birliği yapmışçasına, bu gece duvar yazılamaya çıkacağız diye tutturdular. “Yahu bi rahat durun, yarın ne olacağını kestiremediğimiz bir eylem hazırlığı içindeyiz, başınızı belaya sokacaksınız. Hayır başınızı belaya sokmayın demiyorum, sokun, ama bari en azından yarın eylemde olsun bu baş belaya sokma işi, bu gece yatalım dinlenelim. Yapmayın öyle şeyler” dedim. Ters ters baktılar. “Tamam” dedim, “bakın yapın, ama yakalanmayın, sakın” dedim. “Eğer yakalanacak olursanız da beni sakın aramayın” dedim. Ben böyle şeyler söylememişim gibi, gece saat 1’de Ömer aradı. “Abi” dedi, “Taylanları polis aldı götürdü” İyi bok yediniz” dedim. “Karakola götürdüler abi muhtemelen” diye de ekledi. “Tamam geliyorum” dedim kapattım telefonu. Hemen avukatı aradım.
Anlattım durumu, “Ben de geliyorum abi” dedim. “Senin gelmene gerek yok, ben haber veririm sana” dedi. “Tamam” dedim. Başladım beklemeye. Sabah dörde kadar bekledim, dördü az geçe avukat aradı. Almıştı çocukları karakoldan. Derin bir oh çektim.