Aşağıda epey oyalanmıştım, tabii üst kattaki mekanda oturduğum arkadaşlar oldukça meraklanmışlar. İçeri girdiğim gibi, neredesin yahu sen nidalarıyla karşıladılar, lakin hiç durucu değildim ben. Yarım bardak rakım kalmıştı masada, ayakta fon dip yaptım, sandalyenin sırtlığında asılı duran ceketimi aldım, “Bana müsaade beyler” dedim. “Nereye oğlum” diye bir iki çıkıştılar, “acil işim çıktı benim, sonra haberleşiriz” deyip, hesabı ödeyip çıktım mekandan. Çıktığım gibi, Mahmut’u aradım, “görüşmemiz lazım” dememle, “neredesin” demesi bir oldu. Bu adamın da bu huyunu seviyordum, sorgulamıyordu. Görüşmemiz lazım dediğim gibi, neredesin diyen insanları seviyorum, siz de sevin. Öyle insanlardan olmaya çalışın hatta.
“Yuvam kafenin önüne çıkıyorum, oradan al beni” dedim. “Tamam usta, hemen geliyorum” dedi. Beş dakika geçti geçmedi, benim Yuvam’ın önüne geçmemle, Mahmut’un gelmesi bir oldu. Atladım hemen arabaya. “Zehra’nın evin oraya gidiyoruz usta” Arabayı henüz hareket ettirmemişti Mahmut, şaşkın bakışlarla süzüyordu beni. “Ne bakıyorsun abicim, Zehra’nın evin önüne gidip bekleyeceğiz, şuanda iki arkadaşıyla beraber oturuyor mekanın birinde, birazdan kalkar, eve gelecek eli mahkum. Konuşmam lazım onunla” dedim. Mahmut bir şey demeden devam etti yola. Evin önüne gelmiştik, Zehra’nın dairesinin bütün ışıkları kapalıydı. Başladık beklemeye. Diğer yandan da bakkalın birinden bira almıştık, onları içiyorduk. “Sen hiç akıllanmayacak mısın abi?” dedi Mahmut. “Akıl dediğin nedir abicim? Allah aşkına bana aklın ne demek olduğunu tanımlar mısın? Nedir akıl? Bu benim yaptığım akılsızlık mı? Seviyorum oğlum ben bu kızı ve kaybettiğim için köpek gibi pişmanım. Mahmut ben kaç aydır doğru düzgün uyku yüzü görmedim. Uykularımdan sıçrayarak, gözlerim yaş içinde uyandım. Kaç gece böyle uyandım, biliyor musun? Bilmiyorsun. Dört duvar odanın içinde gecenin sessizliğinde, ağlayarak uyanıp, bir de karşında sevdiğin kadının canlıymış gibi bakan portresini izlemek ne demek biliyor musun sen? Bilmiyorsun, onun için bana akıldan bahsetme, yok benim akılla falan işim, aşkın akılla izah edildiği nerede görülmüş Allah aşkına” “Oğlum sen ne tarz bi rahatsızsın ya, niye gidip yağlı boya tablosunu yaptırdın sen bu kızın? Hasta mısın sen? Tamam, eyvallah, aşıksın, onu anladık! Ama kız istemiyor işte abi, neyi zorluyorsun yani? Niye hem kendine hem kıza zulmediyorsun! Onun için de kolay bir durum değil ki bu!” “Tamam Mahmut” diye kestim sözünü. “Tamam abicim ne bok yiyorsan ye, bana ne, hayat senin hayatın, nasıl yaşamak istiyorsan öyle yaşa, Allah Allah ya” dedi. “Tamam oğlum kızma, düzeltmeye çalışıyorum işte ne yapayım, içim içimi yiyor abicim, nasıl tarif edeceğimi bile bilmiyorum bu durumu. İnan bana, çok büyük bir çıkmaz bu içinde olduğum.” Biz böyle konuşurken, dikiz aynasından Zehra ve yanında iki arkadaşının geldiğini gördüm. “Aha geliyorlar” diye bir ses çıktı benden. Tam arabanın kapısını açtım ki, Mahmut sol bileğimden kavradı, “Bana bak, bi manyaklık yapma, bir şey de olursa ben buradayım, seslen gelirim” dedi. “Tamam abicim merak etme” dedim. İndim arabadan. Arkalarına düştüm, yetişmeye çalışıyordum ki, sesimi toparlayamadım, cılız bi Zehra nidası çıktı ağzımdan. Üçü birden arkalarını döndüler. Zehra ve yanındaki iki arkadaşı, karşı karşıyaydık. Zehra’nın yüzünde tarifsiz bir öfke vardı, okunuyordu bu öfke ziyadesiyle. “Merhaba” dedi Zehra, yanındaki arkadaşları şiir okuduğumdan dolayı tanımışlardı herhalde, tebessümle yüzüme bakıyorlardı. “Konuşmamız lazım” dedim. Zehra beni yanındaki arkadaşlarıyla tanıştırdı.
Çok umursadığım yoktu açıkçası. “Zehra konuşmak istiyorum” diye yineledim derdimi. “Tamam” dedi, “arkadaşları bi yukarıya çıkarayım, eve yerleştireyim, geliyorum, bekle” dedi. “Tamam” dedim. Başladım beklemeye.
Beş dakika sonra Zehra gelmişti, karşımdaydı. “Biraz uzaklaşalım” dedi. Bir şey söylemeden yürümeye başladım. Sokak başında sokak lambasının altında durdum, durdu Zehra. Döndüm yüzümü, sokak lambasının ışığının altında da ayrı güzeldi. Gözlerinin yeşilinin ayazı, sesimin titremesine sebepti her zaman. Böylesi bir durumdayken, sesimi toparlamam falan pek mümkün gözükmüyordu. “Seni dinliyorum” dedi. Ne diyeceğim hususunda aklımda uçuşup duran düşünceler birden silinivermişti. “Zehra” dedim, “ben seni çok özledim, ben bizi çok özledim.”
“Ya neden anlamak istemiyorsun, biz diye bir şey yok artık… ben senin bu tavırlarından, her yerde karşıma çıkmalarından ciddi anlamda sıkıldım. Ne demek oluyor benim olduğum mekana gelip şiir okumak?” dedi. “Ne diyorsun sen ya, benim ne alakam var o konuyla, ben üst kattaydım, aşağı sigara içmeye inmiştim, görünce çağırdılar” “Tamam işte her neyse, beni gördükten sonra dönüp gitseydin, niye rahatsız ediyorsun beni hala?” dedi. “Yahu ben adım anons edilene kadar senin orada olduğunu bile görmedim, dikkat etmedim. Dediğim gibi sigara içmeye inmiştim, canlı müziği duyunca dinleyeyim sigaram bitene kadar dedim, o arada gördüler çağırdılar, ben demedim kimseye bir şey, sen benim kurduğumu mu düşünüyorsun? Yemin ederim günahımı alıyorsun, ben nereden bileceğim senin orada olduğunu, Allah aşkına sağlıklı düşünmüyorsun şuan” dedim.
“Neyse işte, çıkma benim karşıma bir daha, nefret bile etmiyorum senden artık. Bütün duygularımı yitirdim sana karşı” dedi. Kafamdan kaynar sular boşaldı. O ara yağmurun çiselediğini fark ettim. “Şuan bana beraber olduğumuz, yani birbirimizi tanıdığımız süre zarfı içerisinde etmediğin haksızlıkları ediyorsun, farkında mısın?” dedim. “Umurumda bile değil, daha fazla kalbini kırmak istemiyorum, lütfen, çok rica ediyorum, bırak artık peşimi, yapma” dedi. “Son sözün bu mu?” dedim. Israrla kalbimin kırmadığı bölgelerine de hamle yapsın istiyordum sanki, öyle bir hale bürünmüştüm ki ellerimin fazlalık olduğunu fark ettim. Başım tutmuyordu. Ayaklarım titriyordu. Gitsem gidemiyorum, kalsam emin değilim. Derken Zehra dönüp arkasını gitmeye başladı. Koşar adımlarla gidiyordu. Yavaş adımlarla ben de arabada beni bekleyen Mahmut’un yanına gitmeye başladım. Zehra’nın arkasından barda da okuduğum şiirin son mısraını bağırarak söylendim kendi kendime;
“Bir gün anlarsın hayal kurmayı;
Beklemeyi, ümit etmeyi.
Bir kirli gömlek gibi çıkarıp atasın gelir
Bütün vücudunu saran o korkunç geceyi.
Lanet edersin yaşadığına...
Maziden ne kalmışsa yırtar atarsın.
O zaman bir çiçek büyür kabrimde, kendiliğinden.
Seni sevdiğimi işte o gün anlarsın.”
Hiç oralı olmadı, arkasına bile dönüp bakmadı. İyi olsun diye uğraştıkça, her seferinde daha da kötü oluyordu. Şu hayatın gidişatına müdahale etmemeyi ne zaman öğrenecektim acaba. Gidişata ne zaman müdahale etsem, her seferinde elime yüzüme bulaştırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Dur ve seyret biraz, bak bakalım ne olacak. Zira istemek, mücadele etmekten ziyade, biraz da olanı olduğu gibi kabul etmekti sanırım.
Ne demişlerdi; “olan her şey güzeldir…”
Bindim arabaya, Mahmut yan yan bakıyordu; “Noldu şimdi?” dedi. “Sıçmıştık, tüy diktik, ne olacak başka” dedim. “Sıvasaydın bi de” dedi, “sıvadım sıvadım, hadi yürü gidelim” dedim. Kafamın içinde milyon tane düşünce, ne yapacağım hususunda elimde kocaman bir hiç. Belki de marifet buydu, hiçtim işte! Ötem, berim, kenarım, köşem kalmamıştı. Yontulmuştum. Ama benden ne köy olurdu ne kasaba. Bu da tarihe not olarak düşülsün. “Tamam mı Mahmut” dedim. “Ne tamam mı lan?” dedi. “Yok abicim bir şey, bira kaldı mı?”
Bu sefer kafamın içinde değil, Mahmut’un arabanın teybinde Ahmet Kaya çalıyordu; hep mi böyle denk düşecektik bu şarkılara acaba,
“…Kalacak tüm izlerin hayatımda
Gözümden bir damla yaş aktığında
Bir yer bulabilsem seni hatırlatmayan
Kan tarlası gelincik şafağında…”