“Neyse işte, çıkma benim karşıma bir daha, nefret bile etmiyorum senden artık. Bütün duygularımı yitirdim sana karşı” dedi. Kafamdan kaynar sular boşaldı. O ara yağmurun çiselediğini fark ettim. “Şuan bana beraber olduğumuz, yani birbirimizi tanıdığımız süre zarfı içerisinde etmediğin haksızlıkları ediyorsun, farkında mısın?” dedim. “Umurumda bile değil, daha fazla kalbini kırmak istemiyorum, lütfen, çok rica ediyorum, bırak artık peşimi, yapma” dedi. “Son sözün bu mu?” dedim. Israrla kalbimin kırmadığı bölgelerine de hamle yapsın istiyordum sanki, öyle bir hale bürünmüştüm ki ellerimin fazlalık olduğunu fark ettim. Başım tutmuyordu. Ayaklarım titriyordu. Gitsem gidemiyorum, kalsam emin değilim. Derken Zehra dönüp arkasını gitmeye başladı. Koşar adımlarla gidiyordu. Yavaş adımlarla ben de arabada beni bekleyen Mahmut’un yanına gitmeye başladım. Zehra’nın arkasından barda da okuduğum şiirin son mısraını bağırarak söylendim kendi kendime;
“Bir gün anlarsın hayal kurmayı;
Beklemeyi, ümit etmeyi.
Bir kirli gömlek gibi çıkarıp atasın gelir
Bütün vücudunu saran o korkunç geceyi.
Lanet edersin yaşadığına...
Maziden ne kalmışsa yırtar atarsın.
O zaman bir çiçek büyür kabrimde, kendiliğinden.
Seni sevdiğimi işte o gün anlarsın.”
Hiç oralı olmadı, arkasına bile dönüp bakmadı. İyi olsun diye uğraştıkça, her seferinde daha da kötü oluyordu. Şu hayatın gidişatına müdahale etmemeyi ne zaman öğrenecektim acaba. Gidişata ne zaman müdahale etsem, her seferinde elime yüzüme bulaştırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Dur ve seyret biraz, bak bakalım ne olacak. Zira istemek, mücadele etmekten ziyade, biraz da olanı olduğu gibi kabul etmekti sanırım.
Ne demişlerdi; “olan her şey güzeldir…”
Bindim arabaya, Mahmut yan yan bakıyordu; “Noldu şimdi?” dedi. “Sıçmıştık, tüy diktik, ne olacak başka” dedim. “Sıvasaydın bi de” dedi, “sıvadım sıvadım, hadi yürü gidelim” dedim. Kafamın içinde milyon tane düşünce, ne yapacağım hususunda elimde kocaman bir hiç. Belki de marifet buydu, hiçtim işte! Ötem, berim, kenarım, köşem kalmamıştı. Yontulmuştum. Ama benden ne köy olurdu ne kasaba. Bu da tarihe not olarak düşülsün. “Tamam mı Mahmut” dedim. “Ne tamam mı lan?” dedi. “Yok abicim bir şey, bira kaldı mı?”
Bu sefer kafamın içinde değil, Mahmut’un arabanın teybinde Ahmet Kaya çalıyordu; hep mi böyle denk düşecektik bu şarkılara acaba,
“…Kalacak tüm izlerin hayatımda
Gözümden bir damla yaş aktığında
Bir yer bulabilsem seni hatırlatmayan
Kan tarlası gelincik şafağında…”