*** üç ay sonra…
Evde miskin miskin uzandığım yerde kitap okurken telefonuma gelen mesajla doğruldum. Gözlerime inanamıyordum. Uzun zamandır böylesine gözlerime inanamadığım olaylar çok cereyan etmiyordu. Telefona kilitlenip bi beş dakika kadar gelen mesaja baktım. Mesaj çok çetrefilli değildi. Adım yazıyordu sadece, ama Zehra’dan gelmişti. “Efendim” diye karşılık verdim mesajına. “Nasılsın” diye ikinci mesaj geldi.
O an küçük İskender’in; “Tecavüzden sonra, zevk aldın mı diye sormak nasıl abesle iştigalse, gidişinin ardından aylar sonra arayıp, nasılsın, ne yapıyorsun diye sorman da o kadar abesti işte. Uyuz bir itin kasığındaki pire kadar mutluyum. Ve başını çöpe soktuğu için kıçı açıkta kalan bir kedi kadar tetikteyim. Tut ki mutluyum, tut ki yıkıldım! Sana ne!” yazmak geldi içimden, ama yazamadım. “Teşekkür ederim, sen nasılsın” diyebildim sadece. Hiç iyi olmadığından başladı, ne olursun beddualarını, ahlarını üzerimden çek diye devam etti. Ne olduğunu anlamamıştım. “Hayırdır, Zehra ne oluyor” diye sordum. Hayatında hiç iyi şeyler yaşamadığını ve bunların benim etmiş olduğum beddualar yüzünden olduğunu söylemeye başladı. Şu kıssa ile cevap verdim bu ithamlarına: “Vaktiyle bir derviş, nefisle mücadele makamının sonuna gelir.Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir.
Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir.
Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir…
Saç, sakal, bıyık, kaş ne varsa hepsinden.
Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.
– Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar.
Derviş aynada kendini takip etmektedir.
Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır.
Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri.
Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak: – Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.
Dervişlik bu…
Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek.
Kaideyi bozmaz derviş.
Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden.
Berber mahcup, fakat korkmuştur.
Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa baslar.
Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:
“Kabak aşağı, kabak yukarı.”
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkandan çıkar.
Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir.
Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır.
Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir.
Kabadayı oracığa yığılır, kalır.
Ölmüştür.
Görenler çığlığı basar.
Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:
– Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
– Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim.
Gel gör ki kabağın