Tablo elimde eve geldiğimde annemin tepkisi görülmeye değerdi, “O ne o, Zehra değil mi o?” “Evet, annecim Zehra” “Ne yapacaksın onu, oğlum bana resmi değil kendisi lazım, gelin lazım bana artık, bırak artık böyle şeyleri… görüşüyor musun sen Zehra ile?” “Hayır anne görüşmüyoruz, kapatalım bu konuyu çok rica ediyorum…” “Neden kapatıyormuşuz, bi sen iyisin herkes kötü di mi? Şu kızın yüzündeki güzelliğe bakar mısın? Adının anlamı yüzüne yansımış resmen, ama sana sorarsak, Zehra kötü, Zehra’nın adını anma, ama portresini al eve getir… ne yapmaya çalışıyorsun oğlum sen?” Ne diyeceğimi bilemedim tabii anneme, her zamanki gibi haklıydı annem. Haklı olması benim mutlu olmama yetmiyordu tabi, orası ayrı. Aldım Zehra’nın resmini odamda baş köşeye astım. Yemin ediyorum duvar o an gülmeye başladı. Geçtim karşısındaki koltuğa oturdum. Saatlerce seyrettim. Hareket etmeden baktım, baktım, baktım. Annem arada geldi kapının aralığından baktı. Çay içer misin diye sordu. Cevap vermedim. İçeride normalde sigara içmezdim. Çay demlemiş annem, çayla beraber kül tabağı da getirdi yanında, “Bu akşam serbest” dedi. Beni şu dünyada bi annem anlıyordu, bu akşam bunu bir kez daha anlamış olmanın vermiş olduğu huzur ile çayım ile sigaramı içerken Zehra’nın portresini seyretmenin hazzını yaşıyordum. Uzun bir aradan sonra ilk defa Zehra ile karşılıklı çay ve sigara içiyorduk. Az şey miydi bu Allah aşkına! Tabii, Zehra bunu hiçbir zaman bilmeyecekti. Orası ayrı mevzu. Hiç bilmediği mekanlarda adamın biri kendisinin portesini seyredip mutlu oluyordu da, Zehra kim bilir hangi alemlerdeydi. Kim bilir belki de… neyse, mevzu oraya hiç gelmesin. Düşüncelerime dikkat etmeliyim.
*** üç ay sonra…
Yeni kitabım çıkmıştı onunla ilgili şehrin tek kitapçısına görüşmeye gidiyordum. Bir imza günü tertiplemeyi teklif etmişlerdi. Onu görüşecektik. Akşam üstü saat altı civarı kitapçının önüne arabayı park ettikten sonra, kitapçının hemen yanındaki kafede gördüklerim hayatımın en büyük çıkmazına sokmuştu beni. Zehra ve karşısında piyasadan polis olduğunu bildiğim elemanın biri. Karşılıklı oturuyorlar, sohbet ediyorlar. Ve Zehra’nın ağzı kulaklarında. Beynimden vurulmuşa döndüm o an. Ne yapacağımı bilemedim. Bi on beş saniye kadar kaldım öyle. Sonra kitapçıya gitmekten vazgeçip yukarıya doğru yürümeye başladım. İstemsiz hareketler içindeydim. Ne yaptığımı bilmiyordum. Kontrol benden çıkmıştı. Oradan oraya sinir harbi içerisinde dolanıp duruyordum. Bi beş – on dakika dolandıktan sonra, geri döndüm ki, Zehra ile yanındaki eleman yan yana karşıdan geliyorlar. Beynime ikinci kurşunu yemiştim, ama yıkılmamıştım. Sendelediğim çok belli oluyor muydu acaba karşıdan. Beni görünce hafif sendeler gibi olduğunu hissettim Zehra’nın da, ama hayatında alelade bir yabancının yanından geçip gittiği gibi geçti ve gitti. O geçip gittikten sonra, geçip gittiği yerde bi beş dakika kadar hareketsiz kaldım. Arkama dönüp bakamadım da, öyle kaldım. Ne yapmam gerekiyordu ki şimdi benim? Ben kendimi nerelerden atsaydım çıkardım bu durumun içinden? Bu nasıl bir ruh haliydi? Dönüp dolaşıp aynı kuyunun dibine yuvarlanmak neyin nesiydi? Allah’ım ben nasıl bir imtihan ile sınanıyordum ki böyle? Anlamıyordum, gerçekten anlamıyordum. Gitmişti bütün yaşama hevesim. Tam şu zaman dilimi içerisinde ruhumu teslim etseydim, hazırdım işte, ne bekliyordu ki Azrail anlamıyordum. Bundan daha geçerli sebep mi olurdu? Her ölüme bir gerekçe lazımsa, buyurun cenaze namazına. Kaldı ki, ruhum terk etmişti bedenimi. Ceset olarak kalmıştım burada böyle. Ne ileri gidebiliyorum, ne geri dönebiliyorum. Allah’ım sen aklıma mukayyet ol yarabbim. Bu kadarı gerçekten çok fazlaydı. Ben ki, yeni çıkan kitabımın arkasına “ne zaman gözlerin gelse aklıma, çayı şekersiz içiyorum” yazdırmıştım. Arka kapak yazısı buydu! Eee ne var bunda diyecek olursanız, ben çaya şeker atmayı Zehra’yı tanıdıktan sonra bıraktım. Onun sayesinde bıraktım. Ve ben hala çayı şekersiz içiyorum. Ve ben çıkardığım kitapta buna gönderme yapmıştım. Çünkü Zehra’nın gözleriydi benim yaşama sebebim, yaşama sevincim. Hayatımın tadı Zehra’nın gözleriydi, şekere ihtiyacım yoktu. Şimdi ne yapacaktım ben? Galakside ne kadar gezegen varsa, cümbür cemaat düştüler başıma, altında bir ben kaldım. Kıyamet dedikleri buydu herhalde. Sur’a üflenmişti. Bir bana kopmuştu kıyamet.