Randevu saatinden 15 dakika önce olmam gerektiği yerdeydim. Benden başka kimse de yoktu psikoloğun kapısının önünde ama, bekliyordum işte. Kurallar böyleydi demek. Bir ara balkona çıktım, manzarası muazzamdı. Fotoğraf çekmeden olmazdı, çektim. Sonra bir sigara çıkardım. Bu manzaraya karşı bir sigara içmemek ayıp olurdu. Psikolog hanımın sekreteri hiç geciktirmeden, sanki başka işi gücü yokmuşçasına canhıraş bir şekilde “Beyefendi siz ne yapıyorsunuz burada sigara içmek yasak” dedi. Bunların psikolojiden falan anladığı yoktu. “Arkadaşım bu manzaranın karşısında bir tane sigara içmeyen adamın ben hem aklından hem psikolojisinden şüphe ederim” diyemedim. Bunların kendilerine faydaları yok yahu diye geçti içimden, ama gelmiştik madem bir kere görüşmenin bir zararı dokunmazdı herhalde. Geçtim içeriye, oturmaya yeltendiğim esnada aynı sekreterin sıra sizde demesi aynı zaman dilimine denk düşünce böyle bi an askıda kaldım. Bakışlarımla dövdüm kadını resmen. “Neyin sırasıymış bu Allah aşkına, geldiğimden beri benden başka kimse yok zaten” diyemedim, “teşekkür ederim” deyip, zaten askıda kalıp oturamadığım koltuktan doğrulup iç kısımda psikolog hanıma ait olan, kapısında adı yazılı odaya geçtim. Psikolog hanım içeride tek başına oturuyordu. Ama yine de sıramı bekletmişlerdi bana. Sıra dedikleri saatti sanırım. Saat sırası. Dolmuş gibi değildi demek, dolduğu zaman hareket başlamıyordu. Saatle çalışıyordu bunlar. Saate riayet etmek önemliydi. Oldum olası kendilerini zamana göre ayarlayan insanları anlamamıştım, hep onlara acıyarak bakmıştım. Hiç de sevmemiştim kendilerini zamana göre ayarlayan insanları. Şimdi burada itiraf ediyorum, evet. Neyse, psikolog hanımın masasının önündeki koltuğa oturdum. Hoş geldiniz, beş gittiniz faslının akabinde, neyim olduğunu sordu, anlattım uzun uzun. Psikolog hanım hiçbir şey söylemiyordu. Boyuna önündeki kağıtlara bir şeyler yazıyordu. Arada bir; “Hı hı, anlıyorum, evet siz devam edin” tarzında sesler çıkarıyordu. O kadar! Bu muydu lan seans, ben bunları kendi kendime de anlatıyorum zaten diye geçirdim içimden, bir daha kendi kendime anlatırken de, hatta, her kendi kendime anlattığımda mutlaka kendime 80 lira vereceğim. Bu hayatta ben bunları en çok kendime anlattım, en çok da ben dinledim yine kendimi. Olaya bak! Anlattıklarım bittikten sonra, psikolog hanım oturduğu yerden kalkıp, arkamdan dolanıp, masasının önündeki benim oturduğum sandalyenin karşısına geçti, oturdu. “Şimdi” dedi, “öncelikli olarak sizden istediğim şeyler var” dedi. Nedir onlar diye bakıyordum. Arkadaş hem parayı biz veriyoruz hem de onlar bizden bir şey istiyorlar, ne biçim işmiş, böyle olunca tedavi mi olmuş oluyoruz ki biz acaba. Al işte, hayatta milyon tane anlam veremediğim şey vardı, bir tanesi daha eklendi. Psikoloji bilimine olan inancımı an itibariyle 80 lira vererek yitirmiştim. “Ben her şeyin farkındayım hanımefendi” dedim. “Ben ne yapmam gerektiğini de biliyorum, lakin bunları hayatıma yansıtamıyorum” dedim. “Bana, bu bildiklerimi hayatıma nasıl yansıtabileceğimi anlatın, başka bir şey istemiyorum ben sizden” dedim. Tebessüm etti, “anlıyorum” dedi. Anlayabiliyordu Allah’tan, gerçi psikolog hanım da haklı şimdi yani, 80 liraya hayatın sırrını mı verecekti bana. Hepsi buydu işte. “Bir hafta sonra tekrar gelmenizi istiyorum ve gelirken bir hafta boyunca hayatınızda olmasını istediğiniz insanın özelliklerini ve sizin ayrılmış olduğunuz kişinin karakter özelliklerini bir kağıda tek tek yazmanızı istiyorum” dedi. “Ne olacak onlar öyle” dedim. “Şimdi, eğer sizin istediğiniz özellikler karşınızdaki insanda harfiyen varsa, siz rahatsızsınız, eğer karşınızdaki insanda sizin aradığınız özellikler yoksa, sizin hiçbir probleminiz yok, tedavi uygulamaya da gerek kalmayacak böylelikle” dedi. Benim Zehra’ya toz konduracak durumum yoktu, ne demekti yani karşımdaki insan aradığım insan olmayabilirmiş. Öyle şey mi olurmuş. Öyle bir şey yok. Çok sinirlenmiştim, ama sinirimi bir şekilde kontrol etmeye çalışarak ayağa kalktım. Zaten 80 liralık seansımızın sonuna gelmiştik. Bir saat boyunca konuşmuştum, bende ne bir aydınlanma, ne de bir hafifleme zuhura gelmişti. Yoktu yani herhangi bir hareketlilik. “Bir hafta sonra tekrar bekliyorum, o zamana kadar kendinize iyi bakın ve sizden özellikle rica ediyorum, uzunca bir süre kimseyle görüşmeyin, kimsenin derdini dinlemeyin, sizi daha da buhrana düşürecek olan arkadaşlarınızla gerekirse aranızı açın ve mutlak surette kendinize zaman ayırın ve kendinizi ödüllendirin, ne bileyim günün herhangi bir saatinde, sizi kimsenin tanımadığı bir kafe ya da parka oturun kendinize bir kahve ısmarlayın ve yine sizi kötü hissettirecek, geçmişi hatırlatacak bütün aktivitelerden uzak durun, alkol almayın mesela, duygusal şarkılar dinlemeyin. Daha önce beraber gittiğiniz ortamlara girmeyin. Belli bir süre böyle yapmaya çalışın, göreceksiniz, kendinizi daha iyi hissetmeye başlayacaksınız” dedi. Teşekkür ederek bir hafta sonra görüşmek üzere diyerek ayrıldım psikolog hanımefendinin yanından. Koridor kısmında oturan, sigaraya Hitlerin Yahudi düşmanlığı gibi bir düşmanlık besleyen sekretere çok içimden gelmeyerek de olsa kolay gelsin diyerek çıktım hastaneden. Derhal bir sigara yaktım. Kendime kahve ısmarlayabileceğim bir yer bulmalıydım acilen. Hatta iki kahve ısmarlayayım kendime. Karşılıklı dertleşirim kendimle. Manyak gibi mi gördü beni acaba bu psikolog hanımefendi. Arkadaşım ben deli gibi aşığım, her yerde Zehra’yı görüyorum, sen bana kendine kahve ısmarla diyorsun. Psikoloji bilimi bu saatten sonra ağzıyla kuş tutsa, yok yani, bitmişti. Bir daha psikoloji bilimine olan saygımı kazanabileceğimi hiç sanmıyordum. İnsanların paralarını söğüşlemekten başka bir şey değildi ki bu! Kişisel gelişim kitaplarına da soğuk bakmaya başlamıştım zaten son zamanlarda. Ne varsa yine insanın kendisinde vardı. Canım kendim deyip Turgut Uyar dizeleriyle “uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum…”