Mısri Niyazi ne demişti; “Osmanlı’nın inkirazı için dördüncü kat semâya bir kazık çaktım, onu benden başka kimse çıkaramaz.” Peki tasavvufta daha doğrusu Melamilikte dördüncü kat semâ neyi temsil ediyordu. Cem makamını. Cem makamı neydi? Cem makamında kişi “ben” dediğinde, kendisinden “ben” diyenin bizatihi Hak olduğunu dile getirmiş oluyordu. Hallac-ı Mansur’un En-el Hak demesi gibiydi olay. Yani Niyazi orada “ben çaktım” derken, Niyazi’den konuşan Vahdet-i Vücut inancında da bu böyledir, ondan konuşan Hakkın bizatihi kendisidir. Buraya kadar her şey anlaşıldıysa gelelim konunun Atatürk ile ne ilgisi olduğuna. Mustafa Kemal bu durumdan haberdardır ve ciddi manada tasavvuf eğitimleri almıştır. Bu konuyla ilgili de tonlarca kaynak var okuyabilirsiniz. Mustafa Kemal’in şu sözünü hatırlatmak isterim: “Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okuma bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir.” Yine Mustafa Kemal Atatürk imzası ile her yerde gördüğümüz “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü de Üçüncü Devir Melami Piri, Pir Seyyid Muhammed Nur-ül Arabi hazretlerine aittir.
Şimdi gelelim Mısri Niyazi ile Atatürk arasındaki bağlantıya. Tasavvufta bahsettiğim bu Cem makamı Hakkın bizatihi kişiden zuhur ettiği makam olduğu kabul ediliyor ve Mustafa Kemal’in de bu tasavvuf yolunda tek bir ders aldığı o dersin de Cem makamı olduğu ileri sürülüyor. Yani Niyazi’nin dördüncü kat semâya çaktığını söylediği kazığı yine kendisiyle aynı makamda olan Mustafa Kemal çıkarıyor. Hem de cevaben de 30 Ekim Mondros antlaşmasından bir gün önceki tarihi seçiyor. 29 Ekim’de Cumhuriyet’i ilan ediyor ve dördüncü kat semâdaki o kazık yine aslında bizatihi Niyazi’nin eliyle çıkarılmış oluyor. Çünkü her iki el de Hakkın eli. Aslında ortada bir ikilik yok. Biz şaşı olduğumuz için iki görüyoruz.
Osmanlı’nın kuruluşu Şeyh Edebali’ye dayanır ve Osmanlı’nın İslam anlayışı Vahdet-i Vücut temellerine dayanır. Tapduk Emre’ler, Yunus Emreler, Hacı Bayram Veliler, Hacı Bektaş-i Veli vesaire hep bu ekole mensupturlar. Hepsini açın okuyun, hepsi aynı şeyden bahseder. Ne zaman ki Osmanlı bu anlayıştan uzaklaşmıştır. Çöküşü başlamıştır. Bir büyük Velinin bedduası ile de son bulmuştur. Akabinde kurulan Cumhuriyet’in temelleri de bu Vahdet-i Vücut anlayışına dayanmaktadır. Bu konularla ilgili detaylı bilgiler istiyorsanız, Abdülbaki Gölpınarlı hocanın bütün kitaplarını okumanızı salık veririm. Zira Türk-İslam sentezi bugün bize dayatılan Arap-Vahabi anlayışıyla taban tabana zıttır. İslam demek Araplaşmak demek değildir. Atatürk’ün yapmaya çalıştığı da buydu kanaatimce. Çünkü püsküllü delinin ve etrafındaki birkaç kendini bilmezin anlattığı gibi camiler falan kapatılmamış. Bilakis müsebbibi olduğu ve istediği şuydu halkın inandığı dini kendi dilinde okuması ve anlamasıydı. Kuran’ı Türkçeye çevirtmesinin arkasında yatan gerçek neden de buydu. Ezanın Türkçe okutulmasının gerçek sebebi de buydu. Bu da başka bir yazının konusu olsun. Sözü kısa kesmek gerek vesselam…
Buraya kadar okuduysanız, sizi de gözlerinizden öperim. Saygı, sevgi ve muhabbetle…
Gittiler geldiler dinsiz adamı Tasavvuf mürşidi yaptılar