Önsöz yoktu, arka kapak yazısı yoktu. Giriş kısmında yazan bu kısa söz, kitabı almam için geçerli bir sebepti, aldım ve girişte bulunan masada oturan dükkan sahibinin yanına doğru yürümeye başladım. Yine o babacan edayla gülümsüyordu, elimdeki kitabı görünce, “çok ilginç bir kitaptır o, doğru bir seçim, başka da baskısı yok, değerli bir kitaptır” diyerek söylendi kendi kendine. Ne anlattığını sorduğumda, gülümsemekle yetindi sadece. Açıkçası iyice merak etmiştim kitabın içeriğini, sabırsızlanıyordum eve gidip bir an önce okumaya başlamak istiyordum.
Fiyatını ödeyip çıktım sahaftan. Hızlı adımlarla evin yolunu tuttum. Kapağında adı bile yazmayan bu kitabı kim yazmıştı acaba, yazarının adı da yoktu. Hangi tarihte yazıldığı da belli değildi. Çok ilginçti gerçekten. Acaba bu deri kaplı kitabın sayfalarını çevirdikçe nelerle karşılaşacaktım. Yürürken aynı zamanda, kitabın sayfalarını çeviriyordum rastgele göz ucuyla bakıyordum, üstün körü açtığım bir sayfada şöyle yazıyordu; “herkes kendisinden dışarıda bir hayat olduğunu zanneder, oysa hayat herkesin kendi içindedir, dışarıdakilerin hepsi birer yansımadır ve kişi de aslında başka bir varlığın, gerçek varlığın yansımasıdır, o varlık sayesinde varız her birimiz, bunu anladığımız gün özgürlüğümüze kavuşmuş olacağız…”
Kafam karışmıştı, kapattım kitabı. Okuduktan sonra daha da kafamın karışacağı düşüncesi hüküm sürdü bir an için aklımın enginlerinde. Okuduğum bu kısa pasaj altüst etmişti fikrimi “o varlık sayesinde varız her birimiz” yankılanıyordu beynimin içinde, kafamın içinde şimdiye kadar yarattığım duvarlara çarpıp geri dönüyordu tekrar tekrar işitiyordum bu paragrafı, “kişi de aslında başka bir varlığın yansımasıdır, o varlık sayesinde varız her birimiz” ezberime kazınmıştı bu söz. Adımlarımı sıklaştırmıştım, koşar adım eve doğru ilerliyordum.
Mahalleye varmıştım nihayet, eve varmadan yine mahalle bakkalına uğramam gerekti, evde pek bir şey kalmamıştı. Yöneldim bakkala, kapının önünde altı yedi yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim çocuklar kendilerince bir şeyler yapıyorlardı, oyun oynuyorlardı herhalde. Çocukluğum o kadar uzak zamanlar ardında kalmıştı ki, oyun neydi, nasıl bir şeydi, nasıl oynanırdı, unutmuştum.
“Ne haber lan aylak bakkal” diyerek girdim içeri, bakkal zaten laubali adamın tekiydi, suratıma anlamsız anlamsız baktıktan sonra başladı gülmeye, “yahu abi noldu sana allasen” deyip kahkaha atmaya başladı herif. Sinirlerim gerilmişti, “ne gülüyorsun ulan pezevenk” diye atarlandım. Bir yandan konuşmaya çalışıyor diğer yandan gülmemek için kendisini zor tutuyordu, dudaklarını sıkıyordu, “ulan harbiden fena kapışırız bak ha” deyince gözlerimin içine bakarak sustu, “tamam abi ya kusura bakma, ama uzun zamandır saç sakal akraba olmuştu ya senin, tuhaf geldi böyle yolunmuş tavuk gibi görünce” gülmeye devam ediyordu, iyice sinirlerim gerildi, ben de başladım gülmeye, sinirlerim bozulmuştu, karşılıklı gülmeye başladık, iki üç dakika güldük, birden gülmeyi kesince afalladı toparlamaya çalıştı mimiklerini, “neyse, tamam yeter bu kadar sen de ne var ne yok” diye sordum, sormaz olaydım, bir başladı pir başladı bizim bakkal. Vay efendim Fenerbahçe dün akşam yenilmiş de, vay efendim o orta sahadaki adamı nasıl oynatmış, ileride o topa vurmayı bilmeyen adamın ne işi varmış da, falanmış da filanmış durmak bilmiyordu. Bir dokunmaya kalmadan, bin ah işitmeye başlamıştım. “Tamam lan tamam, sormadım bir şey, başlayacağım şimdi futbol geyiğine ha!” diye ters yapınca bu sefer yine başladı “abi öyle diyorsun ama, biz gönül vermişiz bu Fenerbahçe’ye, ölüme gideriz ölüme, kafamızı kessen son sözümüz Fener olur, bileğimizi kessen sarı lacivert akar kanımız”
“Hay senin kanına da, kafana da başlayacağım şimdi, lan harbi aylak bakkal demek de haklıyım galiba ben sana, başka işin gücün yok mu oğlum senin, ver şuradan benim şaraptan, iki paket de sigara deli etme adamı be, zaten kafam da filler sikişiyor, bir de seninle uğraşamayacağım.” Hiçbir şey demeden arka raflardan benim her zaman aldığım şarabı alıp geldi. Hangi sigarayı içtiğimi de bildiğinden bir şey sormadan sigara paketlerini de siyah poşetin içine koydu. Tedirgin bir ses tonuyla, “başka bir isteğin var mı abi” dedi, “yok paşam teşekkür ederim” deyip, aldıklarımın parasını verip ayrıldım bakkaldan. Hala yüzümde aptal bir tebessüm vardı, bakkalın önünde oynayan çocuklar şaşkın bakıyorlardı, onlara doğru dönüp “ne var lan kerhaneciler” dedim neşeli bir ses tonuyla, hep bir ağzından sanki sözleşmişçesine “yok bir şey Suphi abi, seni gülerken hiç görmemiştik de, dikkatimizi çekti” dediklerinde yüzüm asıldı, dışarıdan nasıl görünüyordum, dışarıdaki insanların üzerinde nasıl bir izlenim uyandırıyordum acaba diye hayıflandım halime. Çocuklara dönüp “la yörüyün gidin, hasta etmeyin adamı” dedim yine tebessümle.