***
Telefonun sesiyle uyandım. Telefon odanın orta yerinde duran masanın üzerindeydi. Kim lan bu sabah sabah diyerek doğruldum yataktan. Bir gözüm açık diğer gözüm seyrek iki adımda masaya varmıştım. Telefonu elime aldığımda arayanın Şule olduğunu gördüm. Büyük bir heyecanla açtım telefonu, “Efendim ressam hanım” “Şair bey tablonuz hazır ne zaman isterseniz teslim edebilirim, siz hala uyuyorsunuz sanırım?” “Yok yahu ne uyuması, uyandım ben, yatağın içinde koşuyorum şuan” dedim. “He, evet tabi, sesinden belli” dedi. “O kadar belli oluyor mu yahu, şey Şule sen ne zaman müsait olursun, ben yarım saate hazır olurum, beraber bir yerlerde oturalım hem kahvaltı yapalım uygunsan” dedim. “Usta sen saatin kaç olduğunun farkında mı değilsin, dalga mı geçiyorsun benimle” dedi. Telefonu kulağımdan uzaklaştırıp telefonun saatine baktım, öğleden sonrasının üçünü çeyrek geçiyordu. “Yuh!” dedim. “Nasıl, anlamadım?” dedi Şule. “Yok sana demedim, öyle kendi kendime konuşuyorum, tamam ben yarım saat içinde hazır olurum, bir yerlerde oturalım çay içelim” dedim. “Tamam” dedi, “Oralet de olur aslında” “Olur” dedim, “oralet de olur… yarım saat sonra Yuvam’da olurum ressam hanım” “Yarım saat sonra görüşürüz şair bey…”
***
Yarım saat sonra Yuvam’ın önünde bir ticari taksi durdu, Şule indi içinden, tabloyu zar zor indirdi arabanın arka kapısından. Ulan dedim ne sakat kafalı adamım ben gidip kızdan niye almadım ki ben tabloyu. Allah’tan sarmış sarmalamıştı da ne olduğu çok belli olmuyordu. Hayır olay o da değildi aslında, kız taşıyamayacağı için taksi tutmuş. Nasıl gelmedi ki aklıma alayım ben seni demek. Hayır o niye demedi ki gel al beni diye. Neyse, olan olmuştu. Oturduğum yerden kalkıp bir koşu gittim Şule’nin yanına, “Yahu neden demedin gel al beni?” “Ne gerek var yahu hallettik işte…” “Bırak bari taksi parasını ben vereyim…” “Yok canım olur mu öyle şey, hallederim ben, al sen tabloyu geç, geliyorum hemen…” Aldım tabloyu dediğini yaptım. Arkamdan geldi Şule de. Oturduk karşılıklı. Yanıma da tabloyu oturtmuştum. “Şule be, çok teşekkür ederim, de ben bunu ne yapacağım şimdi acaba?” dedim. “Ne bileyim oğlum yap dedin yaptık, ne yaparsan yap. Orası beni ilgilendirmez. Yok mu bu kızın yakınlarda doğum günü falan, al tabloyu dayan kapısına. Hayır onu da mı ben söyleyeyim” dedi. Haklıydı, bir şeyleri bahane edip dayanmak lazımdı kapısına. Gelme demesi, gel anlamına da geliyor olabilirdi zira. Karşıma çıkma demesi de, karşımdan ayrılma demek olabilirdi pekala. Kadın milletine çok güven olmaz, bir şey derken başka bir şeyi kastediyor olabilirlerdi. Genel itibariyle de hep öyle olurdu. Ben düz adam olduğumdan mütevellit hiç anlamazdım bu kadın milletinin çetrefilli alfabesinden. Gelme demeleri, gel demek oluyor, gel demeleri de yine gel demek oluyor. Çık işin içinden çıkabilirsen. Seni seviyorum diyorlarsa mesela, kesinlikle seviyorlardır. Ama bazen seviyorken sevmiyorum dedikleri de olmuş olabiliyor. Tibet öküzü müyüm ben acaba ya? Bazen diyorum, senin neyine bu aşk meşk işleri, bırak, bak işine. Yaşa hayatını, anlamıyorsun işte, neyine zorluyorsun. Ama yok sevmek fıtratımda var benim diyorum sonra yine kendi kendime. Şairsin oğlum sen diyorum, gaza getiriyorum kendimi. Aşk fıtratında var senin. Ha gayret diyorum. Zehra diyorum başka da bir şey bilmiyorum ben. TDK’ya falan başvurmayı düşünüyorum, aşkın tanımının karşısına Zehra yazsınlar diye. Cidden düşünüyorum bunu bazen.
“26 Ekim doğum günü Şule” dedim. “E, tamam işte az kalmış, doğum gününde al tabloyu da dayan kapısına, bundan daha iyi fırsat mı olur” diyor Şule. “Haklısın” diyorum. Başlıyorum ne yapabilirim diye düşünmeye, o ara çay söylüyoruz. Çaylarımızı içerken ben hemen hiç konuşmuyorum. Şule de suskunluğuma ortak oluyor. Öyle karşılıklı susuyoruz. İnsanlar gelip geçiyorlar, yeni insanlar geliyor gidiyor kafeye, biz hala oturuyoruz. Ben bilmem kaçıncı düşüncenin enginlerinde dolaşırken, Şule bozuyor sessizliği. “Usta” diyor, “bana müsaade, sohbetine de doyum olmuyor, ama benim kalkmam lazım” diye lafını gediğe de koyuyor. “Vallah kusura bakma, kafam hiç yerinde değil” diyorum. “Yok, sorun değil yahu, takılıyorum” diyor. Tekrar tekrar teşekkür ediyorum Şule’ye tabloyu acele tarafından yetiştirdiği için. Hiç sorun olmadığını söyleyip, umarım beğenirsin deyip ayrılıyor yanımdan. Kalıyoruz Zehra’nın yağlı boya tablosuyla baş başa. Yan yana oturuyoruz tabloyla bayağı. Bir çay mı söylesem acaba diyorum. Yan gözle bakıyorum tabloya, Allah’tan üstü kapalı. Kimse ne olduğunu anlamıyor. Ben de ne ile karşılaşacağımı merak etmiyor değilim. Hesabı ödeyip kalkıyorum mekandan. Alıyorum tabloyu da elime. Düşüyorum yola. Arabaya gittiğim gibi, ön koltuğa oturtuyorum Zehra’nın tablosunu. Üzerindeki örtüyü de bir hışımla yırtıp atıyorum. Bi on dakika öyle kalıyorum. On dakika büyülenmiş gibi bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum. Dikkatimi başka yöne odaklayamıyorum. Kafamı çeviremiyorum. Burnundaki hızmayı bile yapmış yahu. Hipnoz olmuş gibiyim resmen. Dünyanın en güzel manzara resmiyle karşı karşıyayım. Yumruğumu ısırıyorum, gülmekle ağlamak arası bir duygu vardır ya, tam olarak oradayım. Gözümden süzülen yaşa engel olamıyorum. Sağanak halinde yağmaktır aslında bu manzaranın hakkı, ama içi yanarken insan ağlayamazmış ya, ağlayamıyorum. Gözümün yaşını siliyorum elimin tersiyle. Direksiyonu iki elimle tokat atar gibi tutuyorum. Dalgın vaziyette bi on dakika kadar kalıyorum öyle, sonra marşa basıyorum, Zehra’nın yağlı boya tablosu sağ koltukta oturuyor. Zehra’dan daha çok Zehra gibi, öyle gururluyum ki, bu gururun resmini yap deseniz zaten kabiliyetim yok, şiirini yaz deseniz, bütün harfler çaresiz. Kifayetsiz kalıyorum. Orhan Veli’nin dediği yerdeyim. “Ah bir de rakı şişesinde balık olsam”