Gecenin sabaha döndüğü o en karanlık anlardan biriydi aslında yaşanan. Şehir o kadar sessizdi, o kadar kimsesizdi ki, martılar bile terk etmişlerdi denizi. Elimizden gelen hiçbir şey, hiç kimseyi ikna etmeye yetmiyordu, hiç kimse yaptıklarımızı beğenmiyordu. Yazı yazıyorduk, şiir yazıyorduk, gazetelere dergilere gönderiyorduk, hiçbirinden geri dönüş olmuyordu. Bir yerlerde bir şeyleri yanlış yapıyorduk büyük ihtimal, ama nerede neyi yanlış yapıyorduk, bilmiyorduk. O sabah o bankta otururken, elimde akşamdan kalma yarım şişe şarap, dilimde kendimin bile yeni keşfettiği bir ıslıklı name söylenip duruyordum. Elimden gelse, kanat çırpardım gökyüzünün enginliğine yahut dalarım şu önümdeki kayalara isyan edercesine çarpıp duran yosun tutmuş kayaların üzerinden seslenen denizin maviliğine, gerçi zaman gecenin son demlerine meylettiğinden denizin maviliği sadece ezberimde olan, yoksa mavi falan değildi deniz, düpedüz siyaha boyanmış, zifiri bir karanlık. Yalnızca dalgaların sesinden orada olduğunu anlayabiliyordum, ben buradayım diyordu kendi lisanınca. Karşılık vermek gelse de içimden, sesimin yankılanıp tekrar suratıma bir düşman şamarı gibi inmesinden korkuyordum. Kendi sesimden, kendi nefesimden, kendi geçmişimden korkuyordum. Kimse kalmamıştı yanımda, kitaplardan başka. Kendi yazdığım şiirler de bana geçmişi hatırlatıyordu, yakmak istiyordum her birini, yazıldıkları yerde yazık bir nakaratla söylenen şarkılar gibi, söylendikleri yerde kalsınlar istiyordum. Zaman içerisinde “an” nasıl ki bir daha yaşanmıyorsa, yaşananlar da aynı şekilde bir daha hatıra olarak bile kalmasa aklımızda, çıldıracak gibi oluyordum. Bir an ani bir hareketle sol kolumu oturduğum bankın sırtlığına kaldırmak istedim, sol yanımda duran şarap şişesine çarptı elim, şişe devrildi, döküldü kırmızı şarabım biraz, sanki elimin tersiyle yanımda oturan birinin ağzının ortasına vurmuşum da ağzından kanlar boşalmış gibi hissettim. Yavaş yavaş sökmeye başlayan şafak, denizin üzerinden sekerek gözümün içine giriyordu, göz ucuyla devrilen şaraba baktım, dökülen kırmızı rengi gerçekten de birinin kanı gibiydi, güneş ışığıyla daha da parlıyordu. Tuttum kaldırdım şişeyi, sanki yaraladığım sevgilimi kaldırır gibi kaldırdım. Sonra özür dilercesine şişenin ağzını dayadım ağzıma devam ettim kaldığım yerden. Sanki şarap tükendikçe, yüküm hafifliyordu.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte doğruldum oturduğum yerden, önümde hırçınlaşan dalgalara doğru ürkek adımlarla ilerlemeye başladım. Tek amacım, denizde yüzümü yıkamaktı ve denize varmam için kayaların üzerinden geçmem gerekiyordu, akrobasi hareketleri yapar gibi iki kolumu yana açıp dengemi sağlamaya çalışarak, ayaklarımın ucuyla ilk kontrolü yaptıktan sonra kayalara basmaya özen göstererek vardım denize hafif eğildim ve o an gelen sanki öfkeyle bana bir şeyler anlatmaya çalışan bir dalgayla irkildim, başımdan aşağı geçmişti deniz, sırılsıklam olmuştum. Yüzümü yıkama niyetiyle yaklaştığım deniz, beni ziyadesiyle yıkamıştı. Öfkeyle saldırmıştı sanki üzerime. Hani bazen kavga ettiğimiz insanlar olur ve kavganın ardından başka birisine anlatırken “beni güzelce yıkadı” deriz ya, işte onu yaşıyordum resmen.
Güzelce doğruldum yerimden, yine kayaların üzerinden düşmemeye özen göstererek geri döndüm. Deniz kenarında sabahladığım bankın üzerindeki eşyalarımı almak üzere banka doğru yöneldim. Boşalmıştı şarap şişesi onu aldım, bakkaldan alırken koyulan siyah poşetin içine geri koydum, hemen yanı başındaki çöp bidonunun içine attım. Sonra Ömer Hayyam’ın rubailerinin olduğu ve yanımda taşımaktan büyük zevk aldığım, gün içerisinde sıklıkla açıp rastgele rubailer okuduğum kitabı aldım elime, sanki o gece orada sabahlamamış ve oradan rastgele gelip geçen herhangi biri gibi geçtim gittim sahil şeridinden umursamaz adımlarla…
Ağır adımlarla uzaklaşırken, daha önce hiç kimsenin susmadığı biçimde, parça tesirli haykırışlar barındırarak susuyordum. Ardımda yine ve yeni anılar bırakarak.