Ertesi sabah evden çıkıp, ellerim cebimde, başım önde dalgın yürümeye başladım. Ne olacaktı halim, derin düşünceler yine kafamın içinde cirit atmaya başlamıştı. Müjgan bir yandan kafamı kurcalıyordu, ne yapsam terk etmiyordu beni, yalnız bırakmıyordu. Geçmişten bugünüme beni bırakmayan tek gerçekliğim olmuştu. Sevgisini belli etmesi için daha da bir şey yapmasına gerek yoktu. Sevgiden ziyade derin bir aşk ile bağlıydı bana, iyi de benim bu halim Müjgan’a zarar veriyordu, vermeye de devam edecekti. Üzülüyordum, elimden bir şey gelmiyordu. Yine bir mağazanın önünden geçerken kendimi gördüm camda, baştan aşağı süzdüm kendimi, hiç beğenmiyordum bu halimi. Mağazanın camından bakışlarımı kaçırarak yürümeye devam ettim. İlk gördüğüm berberin kapısından girip, saçlarımı üç numara yaptıracaktım, evet adam olmaya karar vermiştim. Bu pejmürde hayattan kurtulmalıydım. Bu durum biraz daha uzarsa evdekilerle de papaz olacaktım, peder bey harçlık göndermekten vazgeçtiği gün sıçtığımızın resmiydi. Hem de öyle böyle değil. En son görüşmemizde, “seni evlatlıktan reddederim” sözü hala kulaklarımda çınlıyordu.
Derken bir erkek kuaförü çarptı gözüme, hiç ikilemeden girdim kapısından içeriye. Dükkan boştu, hoş beş selamlaştıktan sonra oturdum berber koltuğuna, aynada kendime bakmayalı uzun zaman olmuş gibi hissettim bir an. Saçımın sakalımla iç içe geçmiş olması, gözlerimin altının çökmesi ve kan çanağı kıvamına gelmesi kendime kızmam için geçerli sebeplerdi. Son birkaç aydır iyice salmıştım ipin ucunu, kendime bakmıyordum, hatta intihar etmenin başka bir çeşidini bizzat yaşatıyordum kendime. Günde iki paket sigara, en az bir şişe şarap içmediğim gün yok gibiydi.
Berber sordu; “abi nasıl yapalım”
“Saçları makineyle üç numara yap, sakalları da sinek kaydı yap” deyiverdim. Yeni bir ben yaratmanın ilk adımını atmıştım böylelikle, hayatıma bir çekidüzen vermenin başındaydım. Radikal kararlar gelebilirdi bunun akabinde, öncelikli olarak dış görüntüyle buna başlamak bile bir gelişmeydi benim için. Kendim için değilse bile, benim her türlü kahrımı çeken Müjgan için yapmalıydım bunu, O’nu daha fazla üzmemeliydim. Tıraş başlamış, berber makineyi saçların arasında her dolaştırdığında yüzüm ortaya çıkıyordu.
Saç tıraşı bitmiş, sakal tıraşına gelmişti sıra, sakallar o kadar uzamıştı ki, önce makineyle inceltmek zorundaydı berber, hiçbir şeye karışmıyordum, berber bildiği gibi işini yapıyordu. Sakallar sabunlanacak kıvama geldiğinde, makineyi kenara bıraktı ve başladı sakalları sabunlamaya.
Ve tıraş bitmişti. Ayna tam karşımdaydı, koltuktan biraz doğrulup dikkatlice kendimi süzmeye başladım. Sıhhatler olsun sözüyle irkildim, kendime geldim. Çok teşekkür ederim deyip, ücreti mukabil ayrıldım berberden. Bu yeni beni çok sevmiş, hemen benimsemiştim. Başladım yine amaçsızca yürümeye, elli metre ilerideki bankanın önünde durup, bankamatiği çıkartıp hesapta para olup olmadığına baktım. Bugünlerde peder bey para gönderirdi. Evet, tam da tahmin ettiğim gibi hesapta para vardı, çektim hepsini. Paraları cebime koyup bankanın önünden cadde boyunca yürümeye devam ettim yine. Az ileride bir sahaf vardı, ara sıra uğrardım bu sahafa. Alışkanlık olmuştu artık bu sahafa gelip, eski kitapları incelemek, her birinin kabını okşarken, sayfalarını çevirirken tozla karışık geçmişin izlerini taşıdığını hissederdim. İçimi buruk bir hüzün kaplardı, şu duygusal yanımı da hiç sevmezdim.
Sahafın kapısından içeri girer girmez, tahmini altmış yaşlarında olan sahibi o babacan tavrıyla gülümser ve kim olursa olsun, “hoş geldin evlat” diye karşılardı müşterilerini. Yine öyle olmuştu, “hoş bulduk, hayırlı işler” diyerek başladım dükkanın tarih kokan koridorlarında dolaşmaya. “Aradığın bir şey var mı evlat, yardımcı olayım” dedi dükkan sahibi, “yok, teşekkür ederim, ilgimi çekecek bir şeyler bulursam içeriğiyle ilgili bilgi almak için soracaklarım olacak sadece” dedim. “Eyvallah” deyip, önündeki boncukları ipe dizmeye devam etti. Kitap alanlara kendi elleriyle yaptığı, el emeği, göz nuru bu kolyeleri, bileklikleri hediye ederdi. Duruşuyla, konuşmasıyla, tavırlarıyla görmüş geçirmiş bir adam olduğu her halinden belliydi. Dükkanın içinde dolaşırken bir kitap gözüme ilişti. Kitabın kapağı deri kaplamaydı, üzerinde hiçbir şey yazmıyordu, elime aldım kapağının üzerinde ince bir toz tabakası vardı. Uzun zamandır ellenmediği belliydi. Kapağını çevirdim sadece şu not yazılıydı; “hayatın anlamını bulmak istiyorsan, kendi içine bak, gerçeği orada bulacaksın” başlangıç için ilgi çekiciydi gerçekten. Önsöz yoktu, arka kapak yazısı yoktu. Giriş kısmında yazan bu kısa söz, kitabı almam için geçerli bir sebepti, aldım ve girişte bulunan masada oturan dükkan sahibinin yanına doğru yürümeye başladım. Yine o babacan edayla gülümsüyordu, elimdeki kitabı görünce, “çok ilginç bir kitaptır o, doğru bir seçim, başka da baskısı yok, değerli bir kitaptır” diyerek söylendi kendi kendine. Ne anlattığını sorduğumda, gülümsemekle yetindi sadece. Açıkçası iyice merak etmiştim kitabın içeriğini, sabırsızlanıyordum eve gidip bir an önce okumaya başlamak istiyordum.
Fiyatını ödeyip çıktım sahaftan. Hızlı adımlarla evin yolunu tuttum. Kapağında adı bile yazmayan bu kitabı kim yazmıştı acaba, yazarının adı da yoktu. Hangi tarihte yazıldığı da belli değildi. Çok ilginçti gerçekten. Acaba bu deri kaplı kitabın sayfalarını çevirdikçe nelerle karşılaşacaktım. Yürürken aynı zamanda, kitabın sayfalarını çeviriyordum rastgele göz ucuyla bakıyordum, üstün körü açtığım bir sayfada şöyle yazıyordu; “herkes kendisinden dışarıda bir hayat olduğunu zanneder, oysa hayat herkesin kendi içindedir, dışarıdakilerin hepsi birer yansımadır ve kişi de aslında başka bir varlığın, gerçek varlığın yansımasıdır, o varlık sayesinde varız her birimiz, bunu anladığımız gün özgürlüğümüze kavuşmuş olacağız…”
Kafam karışmıştı, kapattım kitabı. Okuduktan sonra daha da kafamın karışacağı düşüncesi hüküm sürdü bir an için aklımın enginlerinde. Okuduğum bu kısa pasaj altüst etmişti fikrimi “o varlık sayesinde varız her birimiz” yankılanıyordu beynimin içinde, kafamın içinde şimdiye kadar yarattığım duvarlara çarpıp geri dönüyordu tekrar tekrar işitiyordum bu paragrafı, “kişi de aslında başka bir varlığın yansımasıdır, o varlık sayesinde varız her birimiz” ezberime kazınmıştı bu söz. Adımlarımı sıklaştırmıştım, koşar adım eve doğru ilerliyordum.
Mahalleye varmıştım nihayet, eve varmadan yine mahalle bakkalına uğramam gerekti, evde pek bir şey kalmamıştı. Yöneldim bakkala, kapının önünde altı yedi yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim çocuklar kendilerince bir şeyler yapıyorlardı, oyun oynuyorlardı herhalde. Çocukluğum o kadar uzak zamanlar ardında kalmıştı ki, oyun neydi, nasıl bir şeydi, nasıl oynanırdı, unutmuştum.
“Ne haber lan aylak bakkal” diyerek girdim içeri, bakkal zaten laubali adamın tekiydi, suratıma anlamsız anlamsız baktıktan sonra başladı gülmeye, “yahu abi noldu sana allasen” deyip kahkaha atmaya başladı herif. Sinirlerim gerilmişti, “ne gülüyorsun ulan pezevenk” diye atarlandım. Bir yandan konuşmaya çalışıyor diğer yandan gülmemek için kendisini zor tutuyordu, dudaklarını sıkıyordu, “ulan harbiden fena kapışırız bak ha” deyince gözlerimin içine bakarak sustu, “tamam abi ya kusura bakma, ama uzun zamandır saç sakal akraba olmuştu ya senin, tuhaf geldi böyle yolunmuş tavuk gibi görünce” gülmeye devam ediyordu, iyice sinirlerim gerildi, ben de başladım gülmeye, sinirlerim bozulmuştu, karşılıklı gülmeye başladık, iki üç dakika güldük, birden gülmeyi kesince afalladı toparlamaya çalıştı mimiklerini, “neyse, tamam yeter bu kadar sen de ne var ne yok” diye sordum, sormaz olaydım, bir başladı pir başladı bizim bakkal. Vay efendim Fenerbahçe dün akşam yenilmiş de, vay efendim o orta sahadaki adamı nasıl oynatmış, ileride o topa vurmayı bilmeyen adamın ne işi varmış da, falanmış da filanmış durmak bilmiyordu. Bir dokunmaya kalmadan, bin ah işitmeye başlamıştım. “Tamam lan tamam, sormadım bir şey, başlayacağım şimdi futbol geyiğine ha!” diye ters yapınca bu sefer yine başladı “abi öyle diyorsun ama, biz gönül vermişiz bu Fenerbahçe’ye, ölüme gideriz ölüme, kafamızı kessen son sözümüz Fener olur, bileğimizi kessen sarı lacivert akar kanımız”
“Hay senin kanına da, kafana da başlayacağım şimdi, lan harbi aylak bakkal demek de haklıyım galiba ben sana, başka işin gücün yok mu oğlum senin, ver şuradan benim şaraptan, iki paket de sigara deli etme adamı be, zaten kafam da filler sikişiyor, bir de seninle uğraşamayacağım.” Hiçbir şey demeden arka raflardan benim her zaman aldığım şarabı alıp geldi. Hangi sigarayı içtiğimi de bildiğinden bir şey sormadan sigara paketlerini de siyah poşetin içine koydu. Tedirgin bir ses tonuyla, “başka bir isteğin var mı abi” dedi, “yok paşam teşekkür ederim” deyip, aldıklarımın parasını verip ayrıldım bakkaldan. Hala yüzümde aptal bir tebessüm vardı, bakkalın önünde oynayan çocuklar şaşkın bakıyorlardı, onlara doğru dönüp “ne var lan kerhaneciler” dedim neşeli bir ses tonuyla, hep bir ağzından sanki sözleşmişçesine “yok bir şey Suphi abi, seni gülerken hiç görmemiştik de, dikkatimizi çekti” dediklerinde yüzüm asıldı, dışarıdan nasıl görünüyordum, dışarıdaki insanların üzerinde nasıl bir izlenim uyandırıyordum acaba diye hayıflandım halime. Çocuklara dönüp “la yörüyün gidin, hasta etmeyin adamı” dedim yine tebessümle.
Eve geldiğimde kapıyı kendi anahtarımla açtım, Müjgan’a seslendim, sesime ses veren olmadı. “Hayırdır inşallah” diye söylenerek girdim içeriye, odaların hepsine baktım, yoktu! Salonun ortasında duran sehpanın üstünde vazoya yaslanmış duran bir kağıt buldum. Müjgan not bırakmış beni terk etmiş olmalıydı. Aldım notu elime, okumaya başladım. Babası rahatsızlanmış acilen memlekete gitmesi gerekiyormuş, bekleyemeden, haber veremeden gitmek zorunda kaldığı için özür diliyordu. Bunda özür dilenecek ne var yahu, babandan önce gelmiyorum ya hayatında. Her şey yolunda gider inşallah gülüm diye söylendim çok da kısık olmayan bir ses tonuyla. Acil şifalar diledim yerine ulaşmış olduğunun bilinciyle.
Geçtim mutfağa akabinde, elimde siyah poşetin içindeki şarap şişesini çıkartıp buz dolabına koydum. Mutfaktan çıkıp koridorda ilerlerken, tam karşı duvarda yıllardır asılı duran, ama hiçbir şekilde ilgimi çekmeyen boy aynası ile karşı karşıya kaldım, kendimle baş başa bir zaman diliminin tam ortasındaydım. Uzaktan baktım önce kendime, oldukça zayıf görünüyordum. Yaklaştım yavaş yavaş aynaya, ayna bana bir şeyler anlatır gibiydi, iyice yaklaşıp gözlerimin içine bakmaya başladım. Gözlerimin feri kaybolmuştu, ama saçımı ve sakalımı kestirmiş olmam da ayrı bir ferahlık vermişti sanki. Çok rahatlamış hissediyordum kendimi, anlam veremediğim bir huzur vardı içimde. Sevinçliydim nedenini çok da bilmeden. Aynanın karşısında biraz kendimi geriye çekerek söylenmeye başladım; “seni senden başka kurtaracak bir kurtarıcı daha yok, neyi bekliyorsun, kim tutup çıkaracak seni bu içinde debelenip durduğun çukurun dibinden, yine en büyük yardımcın sensin, kendine gel de tut ellerinden gençliğinin, yaşın otuza geldi dayandı. Birkaç sene sonra bir boka yaramayacaksın, kendinle hesaplaş, kendi içine dön…” bu sözler sanki benden içeri bir benden, iç sesimden bana söyleniyor gibiydi. Ürkerek uzaklaştım aynadan, başımı çevirdim sağ yanıma, orada da Abidin Dino’nun bir tablosu asılıydı, biraz onu inceledikten sonra, salona geçtim. Koltuğa geçip Müjgan’ın not yazıp bıraktığı üzerinde vazo olan sehpaya uzattım ayaklarımı.