Postmodernizm, modernizme karşı mimaride, edebiyatta, sinemada ortaya çıkan bir üsluptur. Umberto Eco postmodernizmi şöyle tanımlar: “Yapım aşamasındaki bir olguyu işaret etmeye yaradı, moderniteden henüz adı konmamış bugüne geçişi sağlayan bir tür gemiydi.”
İngiliz kültür tarihçisi Terry Eagleton’a göre postmodernizm, genellikle çağdaş kültüre göndermede bulunur. Postmodern durumun aydınlanmacı tutuma karşı alınan bir tavır olduğuna değinen Eagleton şunu söyler:
“Postmodernlik klasik hakikat, akıl, kimlik ve nesnellik nosyonlarından, evrensel ilerleme ya da kurtuluş fikrinden, bilimsel açıklamanın başvurabileceği tekil çerçeveler, büyük anlatılar ya da nihai zeminlerden kuşku duyan bir düşünce tarzıdır. Postmodernlik, Aydınlanmacı bu normlarına karşı dünyanın olumsal, temelsiz, çeşitli, istikrarsız, belirlenmemiş nitelikte ve bir dizi dağınık kültürlerden ya da yorumlardan ibaret olduğunu bildirir; bu da hakikat, tarih ve normların nesnelliği, doğanın verili oluşu ve kimliklerin tutarlılığı hakkında belli ölçüde bir kuşkuculuğu besler. Kimileri bu görme tarzının maddi koşulları olduğunu ileri sürer”
Postmodernizmin, Batı'da kapitalizmin yeni bir biçimini doğuran tarihsel bir değişikliğin ürünü olduğunu 1970’lerden sonra hizmet finans ve enformasyon sanayilerinin geleneksel imalat sanayisi karşısında zafer kazandığını söyleyen Eagleton:
“Batı'da kapitalizmin yeni bir biçimini doğuran tarihsel bir değişikliğin ürünüdür. Hizmet, finans ve enformasyon sanayilerinin geleneksel imalat sanayisi karşısında zafer kazandığı ve klasik sınıf politikasının yerini dağınık bir ‘kimlik politikaları’ öbeğine bıraktığı teknoloji, tüketimcilik ve kültür sanayisinin geçici, merkezsizleşmiş dünyasını doğuran yeni bir kapitalizm biçimi. Postmodernizm, bir çağ değişikliği yaratan bu değişimi ‘yüksek’ kültür ile ‘popüler’ kültür arasındaki sınırların yanı sıra sanat ile günlük yaşam arasındaki sınırları da bulanıklaştıran derinlikten yoksun, merkezsiz, temelsiz, özdüşünümsel, oyuncul, türevsel, eklektik, çoğulcu bir sanatta az veya çok yansıtan bir kültürel üsluptur. Bu kültürün ne ölçüde başat ya da kapsayıcı olduğuysa -tamamen geçerli mi, yoksa çağdaş yaşam içerisinde boy gösteren tikel bir alan mı olduğu- tartışılabilir bir konudur.”
Eagleton’ın postmodern anlatı yapısında “merkezsiz”leşme sorununa bir katkı da Jameson’dan gelir. Bilgisayar ve enformasyon ağlarını postmodernin merkezsiz ama her yere yayılan labirentinin bir örneği olarak görmekle birlikte sermayenin küresel manada çarpık bir tasviri olduğuna değinirken:
“Uçsuz bucaksız bir iletişim bilgisayar ağıyla ilgili hatalı temsillerimizin kendileri, daha derin bir şeyin, yani günümüzün çokuluslu kapitalizminin bütün dünya sisteminin… zihnimizin ve muhayyilemizin daha da güç kavrayabileceği bir iktidar ve kontrol ağının, yani sermayenin kendisinin üçüncü aşamasının bütün bir yeni, merkezsizleşmiş küresel ağının çarpık bir tasvirinden başka bir şey değildir.”
Postmodernizm aslında modernlik projesine bir başkaldırıdır. Bunun altında yatan temel motivasyon modernizmde doğrusal gelișme, teklik, sanayi kapitalizmi, pozitif bilimlere ve pozitivizme, akılcılık gibi unsurların yer işgal etmesidir. Postmodernizm, modernizme ait temel argümanları hedefine koyarak tek gerçek olamayacağını, evrensel bir gerçeklikten
bahsedilemeyeceğini, o nedenle çoklu yapıyı, yani çoklu gerçeklik, heterojenlik, eklektizm, toplumsalın sorununa, çoğulcu kültürcülüğe, yerelliğe ve anlatısal bilgiye önem verir.
Dini, hayatın merkezine alan Ortaçağ'dan, Tanrı'nın sınırlarını ve yerini çizen bir anlayışla başlayan “sivilleşme” hareketi ile devam eden modernleşme süreci bir anlamda anlam devrimiydi. Yani çıkış noktası somut ve gerçek olanı temsil etmeye, yorumlamaya çalışan, sanatsal tasarılarla yol alan bir anlayış olarak ön plana çıkmıştır.
Klasik anlatıdan postmodern anlatıya geçişte “aklın yolu bir” çıkarımını yapmak mümkündür. Yani klasik anlatıda açıklanamayan, önemsiz bir şey yok. Hemen hemen her şey rasyonel ölçütlere bağlıdır ve olay örgüsü anlama katkı sağlar. Bunun sonucu olarak hikâyeyi evrensel ölçütlere indirgeyerek, akla yatkın olmayan örnekler dışlanır.
Postmodernizm, modern anlatı yapısına karşı sınırları önceden çizilen olay örgüsüne karşı çıkarak kendisine “merkezsiz” bir dünya inşa eder. Bu yapıda daime düzen ve düzensizlik, eros ve ölüm arasında bitmez tükenmez bir mücadele yaşanır.
Bunun bir çıktısı olarak postmodern anlatı yapısı, tayin edilmemiş ve düşünülmemiş olanı sürekli işaret eder. David Lynch'in Blue Velvet (1986) Lost Highway (1997) ve 2000'lerin en iyi filmi olarak kabul edilen Mulholland Dr. (2001) filmleri buna örnek gösterilebilir. Filmlerde ortak nokta “gerçeklik” askıya alınmış durumdadır. Olayların gerçek olup olmadığı belli değildir. Gerçek ile kurgu iç içe geçmiştir. Lynch seyircilere “tek gerçekten” bahsedilemeyeceği notunu düşer.
Tarantino'nun Ucuz Roman’ı (1994), Wachowski Kardeșler'in Matrix’i (1999), Ridley Scott'un bilim kurgu klasiği Blade Runner’ı (1982) “Güneșin altında yeni bir şey yok” şiarına sadıktır. Daha önceden sınırları çizilen anlamlara, teklik duygusuna bağlı kalmadan kendilerinden bir şey eklerler. Seyircilerin -burada daha çok biçimlerin, kültürel zümrelerin yan yana gösterime sunulmalarına- muallakta bırakılmaları tercih edilir.
Postmodern estetik, klasik ve modern anlatıyı aşarak bir “üst dil”e ulaşır. 68 hareketinden sonra filmlerin ortak teması ırk, cinsiyet, zaman, sınıf gibi konulardır. Tarantino'nun Ucuz Roman filmi bu temanın en önemlilerindendir. Filmde, zamanın tersine kurgulandığı, karakterlerin iç dünyasına girerek kültürel bölünmeyi de net bir şekilde anlatır. Zamanın tersine kurgulandığı, karakterlerin iç dünyasına girerek kültürel bölünmeyi de net bir şekilde ortaya çıkar.
Eski ve Yeni Bir Arada
“Şimdi”den mutlu olmayan birey kendisini geçmişte bulur. Postmodern anlatıya uygun olarak birey, şimdide geçmişi düşlemektedir. Şimdinin insanı, yarının ne getireceğini bilemediği için kendisini geçmişin güzel günlerinde bulur. Sovyet Rusya'nın en önemli yönetmenlerinden Andrey Tarkovsky'nin hayatından kesitler taşıyan Ayna (1975) ve İtalya’da çektiği Nostalji (1983) filmlerinde zaman olgusu “mühürlenmiş zaman” olarak kendisini gösterir. İtalya'ya gelen Rus şairin ülkesine dönemeyişini görürüz. Ülkesine dönemeyen şairin kendisini geçmişin güzelliklerini, hayal kırıklıklarını ve hayatına dair kesitleri düşlerken görürüz.
Şimdiyi anlamsızlaştıran bir anlatıdır bu. Filmde söylenen “Orta Çağ'da her evin bir ruhu vardır” sözleri Postmodernizmde bireyin şimdideki halinden memnun olmadığı, içinde bulunduğu “an”dan geçmişin güzel günleriyle bağlantı kurmaya çalışır.
Tarkovsky’nin geçmişe duyduğu özlemi Umberto Eco, modernliğe karşı verilen bir mücadele olarak tanımlar. Eco sözlerinin devamında, geçmişe ait yaşanmışlıkların yok olması halinde her şeyin suskunlaşacağını söyler. Ayrıca insanların geçmişe özlem duyması, şimdide tamamlanamayanlara da işaret eder.
Bireyin şimdiyi yaşarken geçmişte yaşaması, postmodern film yapısında “mekânı” da önemsiz bir hale sokar. Geçmişe ev sahipliği yapan evler, köyler, kasabalar, kentler, ülke, çocukken vakit geçirilen habitat, şimdinin mekânlarına karışarak düşlem gücünün mekânı haline gelir.
Bu bakımdan mekânlar belirsizdir; mekân geçmiş ile geleceğe hizmet etmez, daha çok bireylerin bilinçaltında yatan korkuların, cinselliğin vücuda geldiği alan olarak göze çarpar. O halde bu dünyanın geleceği ne olabilir, sorusuna inandırıcı, güvenilir bir cevap vermediği gibi, soruları da, iddiaları da muğlak ve güven verici değildir; ama retoriği, stili baştan çıkarıcı, çok kez gösterişlidir.