Bu hafta satın almak için ömrümüzün yarısını verdiğimiz, neredeyse işten arta kalan tüm vaktimizi de içinde geçirdiğimiz yaşam alanlarımızın, gerçek anlamda “yaşam” için uygun olup olmadığına bakmaya, araştırma sonuçlarımı da sizlere aktarmaya karar verdim.
Öncelikle yaşam alanı kavramının yalnızca evden ibaret olmadığını söylemek isterim. Bir karavanın içini ya da bir çadırı yaşam alanınız olarak belirlemiş olabilirsiniz. Eğer öyleylesiniz şanslı kesimdensiniz. Çünkü Türkiye’de seyahat eden bir evde yaşam yok denecek kadar az. Bu yüzden ben de yazımda, yaşam alanı deyince herkesin ilk aklına gelen genellikle dört duvarı ve bir çatısı olan binalardan, toplu konutlardan bahsedeceğim.
Hayatın içindeyken çoğu zaman olup biteni fark edemiyoruz. Tek derdimiz işe gitmek, bulunduğumuz haftayı ve ayı kazasız bir şekilde atlatmak oluyor. Hal böyle olunca yaşadığımız yerin zorluklarını ve sıkışıklığını fark etmekte güçlük çekiyoruz. Ancak bir tepeye çıktığımız zaman anlıyoruz aslında beton yığınlarının içerisinde yaşadığımızı.
Araştırmalara göre çoğumuzun yaşam alanları, koca bir ömrü geçirmek için uyun değil. Çünkü doğadan uzak, yeterince oksijen yok, güneş ışığı evin belirli kısımlarına giremediği için de hasta olma riski yüksek. Üstelik toplu konutlar, insanlarda intihar arzusunu ve depresyonu tetikliyor. Çok kalabalık olduğu için de tahammül seviyesi düşüyor ve çeşitli sinir hastalıkları kaçınılmaz oluyor.
Gördüğünüz gibi mimari de coğrafya gibi kaderi belirliyor aslında. Ve ne yazık ki farkına varmadan koca bir ömrü televizyonlu bir hapishanede geçirmemize sebep oluyor.
Bunu insanlara anlatmak ve kabullendirmek şu an için çok zor. Umarım bir gün birisi çıkıp yaşadığımızın gerçek hayatla pek alakası olmadığını; daha kaliteli, daha konforlu bir yaşamın da mümkün olabileceğini hepimize kanıtlar.